Nükleer enerji mi, nükleer felaket mi?

Orhan AKIŞIK
Orhan AKIŞIK KÜRESEL PERSPEKTİF [email protected]

Japonya tarihinin 9 şiddetindeki en büyük depreminde yaşamını yitirenlerin sayısı resmi olmayan rakamlara göre on bine ulaşmış durumda. Ölü sayısının artmasındaki en büyük etken depremden çok depremin neden olduğu Tsunami. Yüksekliği 10 metreye ulaşan dev dalgaların önüne gelen her şeyi nasıl yuttuğunun ekranlardaki görüntüsü tek kelimeyle ürkütücü. Depremde can kaybının az olmasında, 1995'de altı bin kişinin yaşamını yitirdiği 7.3 şiddetindeki Kobe depreminden sonra Japon yönetiminin, olası depremlere karşı daha hazırlıklı olunması konusunda aldığı önlemlerin payı büyük. Dünyanın depreme en hazırlıklı bu ülkesinde köprü, baraj, yol gibi altyapı tesislerinin güçlendirilmesi dışında, halkın uygulamaya konulan erken uyarı sistemi sayesinde cep telefonlarına gelen mesajlarla uyarılması can kaybı artışının önüne geçen önemli etkenler arasında gösteriliyor.

***

Asıl büyük tehlike depremin, Başkent Tokyo'nun yaklaşık 250 kilometre kuzeyinde bulunan Fukushima Daiichi nükleer santralinde yol açtığı tahribat ve sonrasında meydana gelen patlamalar. Nükleer yakıtın eriyerek deniz suyu ve toprağa karışmasını önlemek için tüm imkanlarını seferber eden Japon hükümetinin çabasının yeterli olup olmayacağı soru işareti.

Japonya'da toplam enerji üretiminin yüzde 20'sini sağlayan nükleer santrallerin faaliyetlerinin durdurulması milyonlarca kişinin karanlıkta kalmasına yol açmanın dışında ekonomiyi de etkiliyor. Toyota ve Honda üretimlerine ara verdiklerini duyurdular. Borsalar dibe vurdu.Japonya Merkez Bankası piyasaya ilk etapta 180 milyar dolar sürme kararı aldı.

***

Türkiye'de enerji tartışmalarının yoğunluk kazandığı bir dönemde böylesine önemli bir facianın meydana gelmesi, bir deprem ülkesi olarak bizim de konuyu enine boyuna düşünmemizi gerektiriyor. Konu deyince kastettiğimiz felaketin nükleer boyutu. Zira ülkemizde deprem ile ilgili çalışmaların, resmi rakamlara göre 18,000 kişinin yaşamına malolan 1999'daki Marmara ve Düzce depremlerinden bu yana tatmin edici olduğunu söylemek güç. Bütün yapılan, konunun otoritelerini zaman zaman ekranlara çıkarıp, depremin Türkiye'nin gerçeği olduğunu söyletmekten bir türlü ileri gitmiyor. Ama bu deprem otoritelerinin, deprem kuşağında yer alan Türkiye'de nükleer santrallerin kurulmasıyla ilgili tartışmalarda seslerini her nedense duyamıyoruz.

***

Nüfus artışına bağlı olarak enerjiye olan talep de artıyor. 2011 yılı programına göre ülkemizde elektrik santrallerinin toplam kurulu gücünün yüzde 3.9 oranında bir artışla 48,781 megavata ulaşacağı tahmin edilmekte. Elektrik üretiminde kullanılan kaynakların payları açısından en yüksek oran yüzde 46.8 ile doğalgazla çalışan santrallere ait. Bunu yüzde 24.3'le hidrolik, yüzde 18'lik payla linyitle çalışan santraller izliyor. Yaklaşık 12 milyon ton linyit rezervine sahip Türkiye, bu kaynağı kullanacağına döviz ödeyerek ithal ettiği doğalgazla elektriğini üretiyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektriğin toplam üretim içindeki payının ise yüzde 1.7 olarak gerçekleşeceği tahmin edilmekte. Gerek Kyoto Protokolü'ne taraf olan ülkelerin sayısındaki artış gerekse petrol fiyatlarındaki yükselişten dolayı dünyada son yıllarda güneş, jeotermal ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına doğru bir eğilim söz konusu. Bu kaynaklar açısından en şanslı ülkelerden biri olan Türkiye'nin, enerji açığının kapatılmasında öncelikle bunlar üzerinde yoğunlaşması gerekmez mi?

***

Japonya'daki hadiseden sonra ABD, Almanya ve Fransa'da nükleer enerjinin güvenilirliği ile ilgili tartışmalar hız kazanmış görünüyor. Alman hükümeti 17 reaktörün 7'sinde üç ay süreyle üretimin durdurulduğunu açıkladı. Bu gelişmelerden Türkiye'nin de çıkaracağı dersler var, diye düşünmekteyiz. Enerji Bakanı Taner Yıldız da bizim gibi düşünüyor olmalı ki "Bu deprem bir nevi test oldu. Türkiye'de nükleer santral yapımı devam edecek", diyor. Nükleer enerji alanında uzun yılların deneyimine sahip bu ülkeler konuyu objektif bir biçimde değerlendirirken, bu alanda hiç bir deneyimi olmayan nükleer altyapıdan yoksun Türkiye'nin, denize düşen yılana sarılır misali, nükleer enerjiyi bu denli hararetli savunmasına anlam veremiyoruz. Evet, enerji açığı büyük sorun. Ama bunun çözümü, deprem dışında siyasi açıdan da risk taşıyan bir bölgeye santral inşa etmekten geçmiyor. Jeoloji Mühendisleri Odası fay hattından geçen arazinin yapısının nükleer reaktör için büyük risk taşıdığını açıkladı. Sağduyu, coğrafi, jeolojik ve siyasi yönlerden dünyanın en riskli bölgelerinden birinde yer alan Türkiye'de nükleer enerjinin, en son düşünülmesi gereken enerji türü olduğunu söylüyor. Acaba bu tartışmalardan sağduyu galip çıkabilir mi ? Enerji Bakanı'nın demeçlerine bakılırsa siyaset, bilimsel gerçeklerin önüne geçecek gibi. Felaket tellallığı yapmıyoruz, amacımız nükleer bir kazanın Türkiye'de nelere mal olacağını hatırlatmak. Bırakın felaketi, olası bir sızıntı bile çevrede yaratacağı tahribat dışında turizm sektörünün belkemiğini oluşturan Akdeniz bölgesinin sonunu da getirir. Konuya duyarlı herkes tepkisini ortaya koyuyor, ama bundan en çok etkilenecek turizmcilerden Mersindekiler dışında şimdiye kadar tık yok. Yoksa, biz mi duymuyoruz?

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Vekalet savaşları 08 Ekim 2016
Clinton farkı 01 Ekim 2016
Sorun küreselleşmede mi? 27 Ağustos 2016