Normalleşme ve KOBİ'lerin fobileri

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Türkiye'nin son otuzbeş kırk yılı (ki bizim kuşağın aktif ve verimli yaşamının tümünü kapsıyor) hep ya temel, ya da acil sorunlarla uğraşarak geçti. Aynı zaman dilimi, bir yandan üretim kapasitesini güçlendirme, diğer yandan modern piyasa ekonomisine dönüşme çabaları ve arayışı ile de örtüşüyor. Ancak temel ve acil gündemden bir türlü kurtulamayınca, bu arayış da sancılı ve uzun oldu. 80'li yılların ortasındaki ilk normalleşme deneyiminden sonra 2001 krizi sonrasında AB çapası ile desteklenen ve ekonomik aktörlerin ve kurumların daha fazla olgunlaştığı son dönem umutları artırmışken, küresel piyasalarda ve daha önemlisi kendi mutfağımızda düzensizlik yeni ve daha iddialı bir aşamaya geçişi ertelemiş görünüyor.

Normal gündemde veri kıtlığı

Normalleşme bir başka yönüyle de ekonomik gündemin ağırlığının kurumsal ve yapısal sorunlara, işletmelerin rekabet yeteneklerine kayması anlamına geliyor. IMF, Dünya Bankası programları ve AB süreci nedeniyle sık sık referans yapılan "yapısal reformlar" ya da reel sektör temsilcilerinin tercih ettiği adlandırma ile "mikro reformlar" hep aynı yönde bir odaklanma ihtiyacını işaret ediyor.

Buna karşılık, herhalde gereğinden fazla uzun süren temel ve acil gündem alışkanlığıyla olsa gerek, normal ve olağan gündem içeriği ile ilgili yeterli ve ayrıntılı bilgi, veri ve araştırmaya rastlamıyoruz. İnsan zaman zaman bu sığlığın arkasında bir kültürel sorunun ya da boşluğun olduğundan kuşkulanmıyor değil: Acaba ekonomik faaliyetin esas oyuncularının ve gücün/refahın temel belirleyicilerinin işletmeler olduğu yeterince anlaşılmamış ya da benimsenmemiş midir? Altmış yıllık piyasa ekonomisi deneyimine rağmen dünya şirketler liginin ilk birkaç yüzü arasına hala şirketlerimizin girmekte zorlanmasından da böyle bir zihniyet kilidinin etkisi olabilir mi? İşin kötüsü şirketlerimiz de bu yanlış rol dağılımından pek şikayetçi görünmemiş ve konjonktürün yarattığı fırsatlardan ve yerli yersiz teşviklerden yararlanmakla yetinmiştir.

Böyle bir veri kıtlığı ortamında İstanbul Sanayi Odası'nın ilk 500 ve ikinci 500 sanayi şirketi araştırmaları, bilanço büyüklüklerinden çok gelir tablosuna yoğunlaşmasına ve değişim dinamikleri hakkında fazla analitik bilgi vermemesine rağmen, reel sektörün durumu ve büyüme potansiyeli açısından tek derli toplu bilgi kaynağı olarak önem kazanıyor.

İkinci 500 araştırması

Basında büyük ölçüde yer alan ikinci 500 araştırma bulguları içinde, katma değer odaklı reel sektör dönüşümü açısından ipuçları verebilecek bazı hususlara, daha önce açıklanan ve 29 Temmuz 2008 tarihli DÜNYA'da değindiğimiz ilk 500 sonuçlarını da dikkate alarak bir göz atalım.

AB ve Basel ölçüleriyle ilk 500'ün bir bölümü ve ikinci 500 KOBİ tanımına giriyor. Gerek toplam satışlarda, gerekse üretimden satışlarda gözlenen yüzde 6,1 ve yüzde 8,7'lik artışlar, ilk 500'den ve TÜİK ortalamasından yüksek de olsa, bir ölçek sıçraması olmadığını gösteriyor. Üstelik iki grupta da satışlardaki artış, 2006'nın gerisinde.

Buna karşılık satışlardan farklı olarak karlılık ve brüt katma değerde 2006'ya göre büyük bir artış var (nominal yüzde 84, reel yüzde 73,5). Üstelik bu artış sadece kambiyo karları ve diğer faaliyetler dışı gelirlerde değil, üretim faaliyeti ile ilgili gelirlerde de sözkonusu Ancak kambiyo karlarının, yani döviz borçlarından doğan muhasebe karlılığının, toplam kar içindeki payı yüzde 30 ile ilk 500'ün iki katına yaklaşıyor.

İstihdamdaki artışa gelince satış ve karlılık artışlarının oldukça altında ve yüzde 2,2 düzeyinde. Sermaye getirisi açısından anlamlı olan varlık devir hızı ise yüzde1,1 gibi bir mütevazı bir düzeyde.

Özellikle borçlanma dinamiği ve verimlilik konusunda anlamlı bir şeyler söylemek için daha fazla veriye ve analize ihtiyaç var. Ancak karlılık, ihracat, istihdam ve özkaynak açısından öne çıkan şirketlerin sektörleri açısından ilk 500'e oranla daha fazla çeşitlilik olması, bu grupta konjonktürden çok rekabetçilik ve verimliliğin etkili olabileceğini düşündürüyor.

Reel sektörde alışkanlıklar ve fobiler

Şurası kesin ki reel sektörümüzde henüz bankacılık kesiminde ulaştığımız ölçüde bir güçlenme ve yapısal değişim yok. Ancak bir yandan dövizli girdi maliyetlerindeki ucuzluğun sağladığı kaldıraç, diğer yandan krizlerle olgunlaşan işletme yönetim becerileri ve rekabet bilinci firmaların özkaynaklarını güçlendirmiş durumda.

Bu aşamada işletmelerimizin ve özellikle KOBİ'lerin, uzun dönemli ve kalıcı rekabet gücü kazanmak faktör verimliliğini ve katma değer üretme yeteneğini yükseltmek için bir stratejik odaklanmaya ihtiyacı var. Bunun için de bazı alışkanlıklardan ve fobilerden (korkulardan) sıyrılmaları gerek. Öncelikle sadece para politikası ve mevzuat değişiklikleri ile her sorunu çözemeyeceğimizi, iş yapış tarzımızı, insan sermayesi politikalarımızı, başta finans olmak üzere yönetimdeki kurumsallaşma düzeyimizi geliştirmemiz gerektiğini kabul etmeliyiz. Bu sayede güçlenen ve saydamlaşan bankacılık kesiminin artan kredi kapasitesinden daha kolay ve etkin yararlanmak da mümkün olacak.

İkincisi geleneksel ortaklık korkusunu bir yana bırakarak hem optimal ölçüleri yakalamak, hem de teknoloji ve pazarlama bilgisi transferi yapmak hedeflenmeli. Son yıllarda mevzuat ta bu gelişmeyi özendirecek şekilde değiştirildi, vergisiz birleşme ve bölünme mümkün. Sadece özkaynak kullanımı ve organik büyüme ile küresel rekabete ayak uydurmak düşünülemez. Üstelik her riskin ve fonksiyonun tek başına üstlenilmesi ve başka finansal ya da stratejik ortaklarla paylaşılmaması firmanın büyümesine doğal bir sınır getiriyor. Son küresel krize rağmen, doymamış pazar özelliği ve genç nüfusu Batı ülkelerine oranla çok daha yüksek getiri vaadeden Türkiye'nin önemli sermaye çekebileceği ve özellikle son yıllara kadar ortamı uygun görmeyen özel sermaye fonlarının en azından birkaç yıl için ellerini taşın altına koyacakları profilde şirket aradıkları unutulmamalı. Kuşkusuz bu konuda kurumsallaşma konusunda mesafe kaydeden, bilgi ve raporlama altyapısını geliştiren şirketler avantajlı olacak.

Son olarak, ülkede uzun zamandır polemik düzeyinde tartışılan şimdi de ilk ve ikinci 500'ün kambiyo karlarıyla yeniden ısınan "ucuz döviz" korkusuna değinelim. Uzman iktisatçıların bile bilmece dediği bu tartışma, aslında tümüyle bir risk yönetimi sorunu. Cari açık uygun maliyet ile finanse edilebildiği sürece, tıpkı 80'ler öncesindeki ucuz kredi gibi, ucuz döviz de işletmelere kazanç sağlıyor. Ulusal düzeydeki risk yönetimi ile ilgili tereddüt, işletmelerin ve genellikle de işletme sahibi bireylerin varlıklarını döviz cinsinden tutmalarına, dolayısıyla zarara uğramalarına yol açıyor. Üstelik bu zarar, çoğu zaman vergiden de düşülemiyor. Çare, firma düzeyinde de risk yönetimi yapıp tedbirli davranmak. Bu da nitelikli yönetici kullanımı gerektiriyor.

Belli ki korkulardan kurtulmak için en güvenli yol kurumsallaşmak, saydamlaşmak ve paylaşmak. Devlete düşen de, rehberliği ve mevzuatıyla, bu süreci hızlandırmak...

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019