Nihayet önemli kararlar alınıyor
IMF ile yaptığı stand-by anlaşması yürürlükte olan Letonya zor durumda. Uyguladığı kur rejimi çökmek üzere. Anlaşma çerçevesinde uygulamaya konulan ekonomik programa neden devalüasyon yapılarak başlanılmadığı sorgulanıyor. Risk algılaması o kadar artmış vaziyette ki Letonya Hazinesi'nin borçlanma ihalelerine teklif gelmiyor artık.
Letonya'nın durumu bir kez daha gösteriyor ki IMF ile anlaşmak işleri çözmek için yeterli değil. Hatta gerekli de olmayabilir. Ama işleri tekrar rayına oturtmak için olmazsa olmaz o koşulu yerine getirmek kaydıyla.
O koşul da şu: 'Doğru' ekonomik programı uygulamak. Daha önce bu köşede okuduğunuz yazılarımdan özetle şu: Kısa vadede içinde bulunduğumuz şiddetli küçülmeyi azaltacak yönde iç talebi artıracak bir mali uyarıcı vermek. Bunu yaparken zaten yeteri kadar bozulmuş olan bütçe dengesinin kontrolden çıkmayacağını herkese kanıtlamak. Kanıtlamak için de orta vadeli mali kurala ilişkin çerçeveyi oluşturmak. İç talebi artırıcı politikanın en yoksul kesimlere yönelik olmasına dikkat etmek. Bankaların risk algılamasını azaltacak kredi garanti sistemini devreye sokmak. Kuruyan dış kredi kaynaklarını bir süre ikame edecek sistemleri tasarlamak. Bu amaçla, kredi garanti sistemini, Merkez Bankası'nı da işin içine sokarak, döviz cinsinden de oluşturmak.
Bugün son açıklanan ekonomik önlemlere bu çerçevede bakacağım. Bu kararları genelde olumlu buluyorum. Ama bu riskleri olmadığı ya da eksiklikleri bulunmadığı anlamına gelmiyor. Önce işe yapıcı eleştiri çerçevesinde olumsuz taraftan yaklaşıp, alınan kararların temel eksikliği üzerinde durmak istiyorum.
Temel eksiklik ne?
Krize karşı alınan önlemler kamu bütçesine yük getiriyor. İç talebi uyarmak için bütçede zorunlu olarak artacak açığın ileride telafi edileceğine herkesi inandırmak gerekiyor. Bütçedeki gevşemenin geçici olduğunu kanıtlamanın tek bir yolu var: Maliye politikasının uzun dönemde sürdürülebilir olduğunu taahhüt altına alacak bir yasal çerçeveyi oluşturmak gerekiyor. Yani orta vadeli bir mali kurala ihtiyaç var. Oysa orta vadeli mali kural bir türlü gündeme gelmiyor.
Orta vadeli mali kurala ilişkin çerçeveyi inandırıcı ve güvenilir bir çerçeve haline getirebiliyorsanız, ancak o zaman aldığınız önlemler ya da yeni alacaklarınız iç talebi kalıcı olarak artırır. Yoksa iç talep şimdi artar gibi olur, piyasa biraz kıpırdar ama yükselme eğilimi gösteren bütçe açığı nedeniyle bir süre sonra bakarsınız ki risk primi artıyor, ekonomiye duyulan güven azalıyor, işsizlik düzeyi sıçradığı o yüksek düzeyden aşağıya inmiyor.
Herkesi bıktıran IMF konusunu da bu çerçevede ele almak gerekiyor. Sorular şunlar: Birincisi, orta vadede mali disiplinin bozulmayacağına herkesi inandırabiliyor musunuz? İkincisi, iç tasarruflarınızı daha yüksek bir düzeye çıkarana kadar, daha hızlı büyüyebilmek ve yatırım yapabilmek için dış kaynağa gereksinmeniz var; bunu kendi başınıza sağlayabiliyor musunuz?
Bunlara yanıtınız 'evet' şeklinde ise IMF'ye ihtiyacınız yok. Ama yanıtınız 'şüpheli' şeklinde ise, çözüm koşulsuz IMF'ye sarılmak da değil: IMF'ye ihtiyacınız var, ama IMF ile standart bir IMF programı çerçevesinde anlaşma yapmamalısınız. Yapacağınız anlaşma orta vadede mali disiplini sağlamalı, ama aynı zamanda çok yükselmiş bulunan işsizliği aşağıya indirmeye yarayacak açılımlara izin vermeli.
Bu tür bir anlaşmayı yapmak yedi-sekiz ay önce daha kolaydı. Kriz çok daha belirgindi çünkü ve herkes olağandışı önlemler alıyordu. Oysa şimdi bütçe disiplinin ne kadar önemli olduğundan dem vurulmaya başlandı. Kamuoyu yavaş yavaş (tekrar) alıştırılıyor bu kavrama. İki örnek: Bernanke'nin iki hafta önce Kongre'de yaptığı konuşma ve G-8 ülkelerinin İtalya'da geçen hafta sonu yaptıkları toplantıdaki açıklamalar.
Kısacası, temel eksiklik, orta vadeli inandırıcı bir mali disiplin taahhüdünün olmaması. Bu, Türkiye'nin geçmiş deneyimleri dikkate alındığında önemli bir risk. Umarız ilerleyen haftalarda bu risk en aza indirilir.
İşgücü piyasasına yönelik önlemler
Haziran ayı içinde iki yeni ekonomik önlem paketi açıklandı. Birinci paket üç unsurdan oluşuyor: Yeni bir teşvik sistemi, işgücü piyasasına yönelik önlemler ve kredi garanti sistemi. Son ikisi doğrudan krize karşı. İkinci paket ise pazartesi günü taslak aşamasında Ali Babacan tarafından açıklandı.
İç talebi artırmaya yönelik önlemleri alırken dikkat etmemiz gereken temel bir ilke vardı. Bütçe performansımızın giderek kötüleştiği ve bazı gelişmiş ülkelerin yaptıkları gibi kamu harcamalarını kontrolsüz artıramayacağımız dikkate alındığında şuydu bu ilke: Harcama eğilimi yüksek olan ve daha çok yurtiçinde üretilen malları tüketecek olan kesimlere doğrudan gelir transferi yapmak gerekiyor.
Yeni önlem paketinde 120 bin işsizin toplum yararına çalışma programlarında istihdam edilmesi, 210 bin kişiye mesleki eğitim verilmesi ve 100 bin gence de işbaşında staj yapma olanağı tanınması gibi unsurlar var. Bu, az önce belirttiğim temel ilkenin özüyle uyuşuyor. Ayrıca eğitim ile ilgili açılım işgücünün kalitesini artıracağı için uzun vadeli büyüme performansımız açısından da yararlı olacak.
Eleştirilebilecek temel nokta şu: 120 bin işsiz denilince bir 'seçim' problemi ortaya çıkacak: Hangi 120 bin? Oysa daha önce bu köşede okuduğunuz işsizlik ödemelerinin artırılması ya da bu ödemeden yararlanma süresinin uzatılması tüm işsizleri kapsayan bir öneriydi ve böyle bir 'seçim' sorunu taşımıyordu.
Kredi garanti sistemi
Önlem paketinin ikinci unsuru, ekim ayından nisan ortalarına kadar düşen, daha sonra da dar bir aralıkta oynayan kredi hacmini biraz olsun canlandırmaya yönelik. Bunun için bankaların algıladıkları riskleri azaltmak gerekiyor. Paket, küçük ve orta ölçekli şirketlere yönelik krediler için bankalara garanti verecek bir sisteme Hazine'den kaynak sağlanmasının yolunu açıyor. Garanti hem yeni krediler için, hem de yeniden yapılandırılacak mevcut krediler için geçerli olacak.
Bu amaçla sistemin çalışması için bütçeden bir milyar liralık bir transfer yapılabilecek. Sistem mevcut Kredi Garanti Fonu (KGF) şirketi üzerinden işleyecek. Hazine kaynak aktardığı için alınacak kararlarda söz sahibi olacak. Şirkete kredi açılıp açılmayacağına bankalar karar verecek. Banka, açacağı krediye garanti vermesi için KGF'ye başvuracak.
KGF açılacak kredinin en fazla yüzde 65'lik kısmına garanti verebilecek. KGF ayrı bir kredi değerlendirmesi yapmayacak ve garantisi karşılığında cüzi bir miktarda şirketten komisyon alacak. Şirket bankaya yükümlülüklerini yerine getirmezse, borcunun her yüz lirasının 65 lirasını KGF bankaya ödeyecek. Farklı bir ifadeyle, bu 65 lira Hazine'nin ayırdığı bir milyar liradan karşılanacak. Kalan 35 liralık kısım bankanın riski olacak.
İki risk var: Batık oranı çok fazla olursa, Hazine'nin ayıracağı bir milyar liranın büyük kısmı batar; bütçe açığı yükselir. İkincisi, bazı bankalar zaten geri ödenmesi olasılığı olmayan kredilerini bu sistemi kullanarak yeniden yapılandırıp, 100 lira zarar yerine 35 lira zararla işi kurtarmaya çalışırlar mı? Kredi piyasasının bir türlü işlerlik kazanmamasının yarattığı riskler (düşük üretim ve artan işsizlik) karşısından bunlar rahatlıkla göze alınabilecek riskler.
İki de eleştiri: Birincisi, sistemin kurulması çok gecikti. Gecikmeden rahatlıkla söz edebiliyorum; çünkü bu öneriyi çok önceden bu köşede okudunuz. Aradan aylar geçti. İkincisi, şirketlerimizin bir de önemli dış kaynak sorunu var. Kredi garanti sistemi, Merkez Bankası reeskont kredilerini de devreye sokarak bir de döviz cinsinden kurulabilirdi; yapılmadı. Öte yandan, bu sistemin oluşturulmamasının bir akılcı gerekçesi olduğunu da belirtmek gerekiyor: Riskli çünkü. Geçici olarak Merkez Bankası'nın döviz rezervlerinde azalmaya yol açacak bir sistem bu. İyi anlatılmazsa Türkiye'nin kredi notunun düşmesi tehlikesini yaratabilir.
Kredi kartları
Bu yazının kaleme alındığı gün, ikinci paketin Bakanlar Kurulu'na sunulacağı açıklandı. Paket iki unsurdan oluşuyor. İlki kredi kartlarına yönelik. 31 Mayıs 2009 tarihi itibarıyla sorunlu hale gelen kart borçlarının, kart sahibinin 60 gün içinde bankaya başvurması halinde yeniden yapılandırılmasına izin veriyor. Böylelikle kart sahibinin borcunun takibe düştüğü tarihten itibaren işletilen cezai faiz siliniyor, borcun faiz tutarı mevduat faizine paralel bir biçimde hesaplanıyor.
Özellikle temerrüt faizi nedeniyle önemli ölçüde borçları şişen kredi kartları sahipleri için olumlu bir adım atılmış olunuyor. İşin sosyal boyutu çok önemli. Bunun dışında tüketim harcamalarına da olumlu yansıması olması beklenir bu kararın. Hem doğrudan birikmiş borçların daha düşük bir düzeye inmesini sağlıyor. Hem de dolaylı yoldan tüketici güvenini artıracak bir karar bu. Öte yandan bankalar açısından da yararlı; daha kolay tahsil olanağı sağlıyor.
Döviz kredisi
İkinci karar ise, döviz geliri olmadığı için yurtiçindeki bankalardan döviz kredisi kullanamayan şirketlerin belli bir tutarın ve vadenin üzerinde olması kaydıyla döviz kredisi kullanabilmelerine izin veriyor. İlk bakışta şirketler kesiminin kur riskini artıracak bir karar gibi görünse de, karar mevcut riski artırmıyor. Çünkü bu şirketler, yabancı bankalardan ya da yurtiçindeki bankaların yurtdışı şubelerinden zaten bu tür kredi kullanabiliyorlardı.
Ama artmayan sadece 'mevcut kur riski'. Bu risk zaten yeteri kadar vardı: Döviz geliri olmayan şirketlerin hangi kaynakla olursa olsun döviz kredisi kullanmaları, hatta zaten mevcut uygulamadaki gibi kura endeksli kredi kullanabilmeleri onları kur riskine açık hale getiriyordu.
Bakın bu çok önemli bir konu. Bu kararlar pazartesi günü basın toplantısı ile açıklanırken, döviz geliri olmayanların döviz kredisi alabilmeleri için en az beş milyon dolar borçlanmaları gerektiğine dikkat çekildi ve piyasa ekonomisi çerçevesinde bu durumda bankaların çok daha dikkatli risk değerlendirmesi yapacakları belirtildi.
Ama unutmamak gerekiyor: Birincisi, küresel kriz piyasa ekonomisi kurallarının en üst düzeyde geçerli olduğu ülkede patlak verdi; hem de finansal sektörde. Olan biteni hepimiz biliyoruz. İkinci olarak dikkate almamız gereken de şu: Teorik kriz yazınının son yıllardaki en büyük katkısı, hem bankaların hem de şirketlerin bilanço zafiyetlerinin nasıl başa bela olma potansiyeli taşıdığının altını kalın bir şekilde çizmesi.
Bu tür bilanço zafiyetlerinin başında kurumların döviz borçları ile döviz alacakları arasındaki yüksek farktan doğan kur riskleri geliyor. Sizin ülkenizde bir şey olmasa bile, kur dış koşullardaki değişiklikler nedeniyle sıçrarsa, bu tür zafiyetleri olan kurumlar çöküyor. Beraberlerinde de ekonomiyi çökertiyorlar. Kaldı ki bu tür kırılganlıklar ayyuka çıkıyorsa, dış koşullar güllük gülistanlık olsa bile sizin ülkenizde dövize hücum yaşanabiliyor.
Peki, bu riski nasıl önleyeceğiz? Kararın gerekçesi şunlar: Birinci olarak deniliyor ki, "Biz döviz geliri olmayan şirketlerin döviz kredisi almalarını yurtiçinde yasaklasak bile, bu kararın arkasından dolaşılıyor. Mesela yabancı bankalardan alıyorlar bu kredileri." Zira ekonomik bir gerekçe var: Bu tür kredilerin maliyetleri (kur riski dikkate alınmazsa) daha düşük. İkincisi, yurtiçi mali sistemin gelişmesini engelliyor bu tür yasaklar. Oysa mali sistemin derinleşmesi ekonomik büyüme açısından yararlı. Üçüncü olarak yurtiçi bankaların yurtdışı şubelerinden alınan döviz kredileri Türkiye'nin dış borcu olarak görülüyor ve ülke riskini artırıyor. Oysa bu krediler yurtiçinden alınabilse dış borç olarak görülmeyecek.
Bu gerekçelere hak vermemek mümkün değil. O zaman ne yapacağız? Şirketlerin bu tür risklerinin eninde sonunda bankalarımızın riski olduğu saptamasından yola çıkacağız. Yani, bankalarımızın kur riskini 2001 krizinden sonra alınan önlemlerle ortadan kaldırdık diye rahatlamayacağız. Bankalara yönelik gerilim (stres) testlerinde, bankaların bu tür şirketler ile olan ilişkilerini de dikkate alacağız. Gerilim artıyorsa, bu şirketlere açılan yerli para cinsinden kredilere bile daha fazla karşılık ayrılmasını isteyeceğiz. Elbette umarız bu tür sevimsiz önlemler gerekmez ama BDDK'nın dikkatli olmasında da yarar var.