Nerede akıl, nerede zeka?
Bu yıl da tatil bitti! Evimize, işimizin başına döndük. Umarım herkes iyi bir bayram ve iyi bir tatil geçirmiştir, geçirmeyenlere de iyi bir tatil dilerim...
Her ne kadar kendimizi deniz ve güneşin sıcak kollarına bırakıp yıl boyunca vücudumuzda biriken gerilimi sıcak kumlara terk etsek de, kafamızı evde bırakmadığımız ve tabii biraz da takıntılı olduğumuz için yine her şeyi pazarlamacı gözüyle görüp değerlendirdik. Bazen memnun olduk, bazen sinirlenip üzüldük.
Tabii gittiğimiz tatil beldesi de bu ülkenin bir parçası, oranın insanı da bu ülkenin bir aynası. Ama sürekli bulunduğunuz ve artık kanıksadığınız bir ortamdan değişik bir ortama adım attığınızda, belki doğal ortamınızda gözünüze çarpmayan bazı şeyler daha görünür hale geliyor. Yani mekan, ortam ve hava değiştirdiğinizde, çevrenizde olan biteni daha objektif değerlendirme şansınız oluyor. Denizin temizliğine, güneşin parlaklığına, zeytinin kokusuna, günbatımının güzelliğine, taze sağılmış koyun sütünün lezzetine, gecenin sessizliğine, ağustos böceklerinin bir anda başlayıp bir anda biten şarkılarına diyecek yok elbette. Ama on beş gün boyunca konakladığımız küçük Ege köyünde ve çevreye yaptığımız gezilerde pazarlama açısından gördüğümüz pek çok ölümcül hata var.
Niyetimiz kimsenin kalbini kırmak dökmek olmadığı için, isim ve yer anmaya gerek yok, sadece durumlar üzerinden çıkardığımız dersleri paylaşalım dilerseniz.
Önce yoldan başlayalım. İki şehir, iki kasaba arasında yılan gibi kıvrılan dağ yollarında mideniz kazındığında, içiniz yandığında "şurada bir nefeslenelim, bir gözleme yiyip ayran içelim" demez misiniz? Dersiniz elbette. Ormanın gölgesinde, ağaçlar altında gördüğünüz "gözleme-ayran" yazan ilk tahta barakanın önüne arabanızı çekmez misiniz? Çekersiniz elbet. Peki gözlemenizi yiyip ayranınızı içtikten sonra bir gözlemenin 5 lira, bir açık ayranın 3 lira olduğunu öğrenip üç ayran üç gözlemeye 24 lira ödeyince ne dersiniz?
İşte biz de aynen öyle dedik ve ilk dersimizi çıkardık; ister dağ başında olun, ister başka yerde, kimseyi enayi yerine koyup kazıklamayın. Müşteri sayısının az olması, gelenleri kazıklamanız için mazeret olamaz. Aza kanaat edin ki, müşteri sayınız artsın.
Gelelim plajlara... Bir köyün içinden geçip "sahile gider" tabelasını izleyip kumsala ulaştınız. İlerideki bir tatil köyü, arkanızdaki bir kaç ev ve bir büfe barakası dışında etrafta yapı yok. Yaklaşık 500 metrelik kumsalda bir şemsiye öbeğinde 15-20 kişi ya var ya yok. "Ne güzel" deyip arabanızı tozlu yolla kumsal arasına çekiyorsunuz, doğru denize... Ama o da ne! Beş dakika geçmeden, arkadan ince bir motosiklet sesi geliyor. Dönüp bakıyorsunuz, scooterlı bir genç arabanızın yanında. "Ne oldu" deyip yanına gidiyorsunuz, elinde bir makbuz, muhtarlık adına para alıyor. "Olabilir tabii, sahilin temizliği, çöplerin toplanması, yolun bakımı, muhtarlığın da paraya ihtiyacı var" deyip cüzdanınıza davranıp 5 lira çıkartıyorsunuz. Gencin uzattığı makbuzda ise 10 lira yazıyor. Ağzınızdan gayri ihtiyari gözlemeciye söylediğiniz üç harfli ünlem dökülüyor. Birkaç saniye sonra kendinize gelip parayı neye göre aldığını sorunca "Arabayla gelenden alıyoruz" diyor. "Kardeşim kumsala metroyla gelecek halimiz yok, İSPARK bile bu parayı almıyor" diye başlayan tartışmanın sonunda 10 lirayı verip konuyu kapatıyorsunuz.
Ertesi gün bir başka koydayız. Zeytinliğin içindeki patikadan sahile doğru yavaş yavaş ilerlerken karşımıza çıkan "Otopark" yazısıyla irkiliyoruz. Etrafta in cin top oynuyor, bizden başka kimse yok. Bir ağacın altında motoru durdurup inince bir görevli zuhur ediyor. Otopark ücreti bu kez 15 lira! Ağzımızdan aynı üç harfli ünlem çıkıyor, ama bu kez hiç tartışmadan arabaya binip oradan uzaklaşıyoruz. Zira koskoca koy ve civardaki bir başka koy daha, yamaçtaki lüks bir tatil sitesini yapan -hadi adını da vereyim- "Merada" adlı bir işletmeci tarafından sahiplenilmiş.
Gelelim kaldığımız köyün plajına. Yan yana sıralanmış 8-10 çay bahçesi, önünde şemsiyeler; hepsinde aynı ürünler, aynı fiyatlara satılıyor. Hepsinde "Dışarıdan yiyecek getirilmesi yasaktır" yazısı, hepsinde "dışarıdan yiyecek getirene masa kiralanır" 20 liraya! Artık plaj çantasındaki termos için müşteriyle kavga eden esnaf mı ararsınız, az çay içtiniz diye surat asan mı, bir küçük pet şişe suyu yoldan geçene 50 kuruşa, masaya oturana 1 liraya satan mı? Hepsi bir arada. Bir de "Müşteri müşteri olsa biz de böyle davranmayız" demeler...
Buradan çıkartacağımız ders nedir? İlk evvela, insanların parasını almak zeka gerektirir. Zeka ve hüner, insanların parasını gönüllü olarak getirip size vermelerinde, verdikten sonra da mutlu olmalarındadır... Onun yerine ayakbastı parası almaya başlarsanız bir süre sonra kimse oraya ayak basmaz olur bu bir! Eğer bir cümleye "Müşteri müşteri olsa" diye başlıyorsanız sizden hayatta adam olmaz bu da iki...
Son sözüm de cümle sahili "turizm alanı" ilan edip, köyün kasabanın bütün derdini arsa, tarla fiyatına kilitleyenlere. Çoktan beridir yazlık işgali altındaki sahillerden arta kalanları da "turizm alanı" ilan edince ne yazık ki, turizm olmuyor. Nerede pazarlama stratejisi, nerede farklılaştırma, nerede ayakları yere basan, sürdürülebilir bir turizm politikası?