Nerde o eski bonservisler

Cem TOP
Cem TOP SPOR ANALİZ cem.top@dunya.com

80'li yıllardan aklımızda kalan bonservis kavramı bugünkünden çok farklıydı elbette. O tarihlerde "oyuncunun tapusu" anlamına gelen bonservis, şimdilerde sadece sözleşmenin bağlayıcılığına dayanan bir boyuta indirgendi. Bugün artık "X futbolcu kulübümüzün malıdır" ya da "Falanca futbolcunun tapusu bizde" şeklinde beyan vermek bile Avrupa ve dünya futbol dinamiklerini regüle edenler tarafından "suça giden tali bir yol" olarak kabul ediliyor. Çünkü günümüz şartlarında futbolcuların tapuları kendi ellerinde sayılıyor. Avrupa Adalet Divanı, 1990'da başlayıp 1995'te sona eren Jean Marc Bosman davası sonunda futboldaki Bosman Kuralları'nın dayanağı olan kararını açıkladı. Kararda Avrupa Topluluğu vatandaşı futbolcuların, kontratlarının bitiminden sonra bonservis gibi kısıtlamalarla transferlerinin engellenmesinin hukuki olmadığı ve futbolcuların milliyetlerine dayalı herhangi bir kısıtlamanın milli takımlar dışında, yapılmasının da yasadışı olduğu belirtiliyordu. Yani bir futbolcu sözleşme bitim süresine kadar kulübüyle yeni bir anlaşmaya varmak istemezse, sözleşmesinin bağlayıcılığını yitirdiği tarihten itibaren (sözleşmede yazılı bitiş tarihinin 6 ay öncesi) bedelsiz olarak istediği kulüple görüşüp istediği kulübe imza atabilirdi. Genç yaştaki futbolseverler arasında bu durum çoktan kanıksanmış ve gayet normal kabul edilse de ne hikmetse son günlerde gazete sayfalarından bolca örnekleri verilen 80'li yılları ve 90'lı yılların ilk yarısını yaşamışlar arasında bu olayın hâlâ tam kavranamadığı görülüyor. Mehmet Topuz'un "Gerekirse ocak ayına kadar bekler, ocakta Beşiktaş'a imza atarım" demeci tamamen yukarıda anlatmaya çalıştığım hükümlere dayanıyor. Yani Kayserispor ve Fenerbahçe cephesinin ortaklaşa yaratmaya çalıştığı "Oyuncunun tapusu Fenerbahçe'ye verildi" imajı mantıksal verilere dayanmıyor. Anlayacağınız Mehmet Topuz istemediği ve imza koymadığı müddetçe Fenerbahçe'nin Mehmet Topuz'un bonservisini (!) alması mümkün değil. Zaten Süleyman Hurma da bunu gayet iyi bildiğinden "Mehmet, Fenerbahçe ile anlaşamazsa yaptığımız sözleşme geçersiz olur ve dönüp 1 yıl daha bizde oynar" demecini vermek zorunda kaldı. Aksi halde futbolcuyu istemediği bir kulüpte oynamaya zorlamaktan dolayı olası bir hukuki süreçten Kayserispor'un da zararlı çıkabileceğinin farkındaydı.

Olaya isnat edilen bir başka boyut da Beşiktaş'ın "futbolcuyu ayartmak" suçu dolayısıyla transfer cezasına çarptırılabileceği iddiası. Bu konudaki bağlayıcı hükmün, futbolcunun sözleşmeyle bağlı olduğu kulübün (burada Kayserispor) satış konusundaki tutumu olduğunu biliyoruz. Açmak gerekirse; eğer Kayserispor kulübü sürecin başından bugüne kadar "Mehmet Topuz'u satmayı düşünmüyoruz" açıklaması yapsa idi ve Beşiktaş buna rağmen "Mehmet Topuz ile anlaştık" diyerek diretseydi bu bir suçtu ve Beşiktaş aralarında transfer yasağının da bulunduğu çok sert cezalara çarptırılabilirdi. Ancak "Kayserispor, Mehmet Topuz'dan kendisine kulüp bulmasını istedi" haberleri devletin resmi ajansına düştükten sonra (ki olası bir hukuki süreçte bu bir delil sayılır) ve Fenerbahçe ile bonservis (!) pazarlığı yapıldığı bir esnada Mehmet Topuz ile Beşiktaş'ın anlaşması "ayartma" değil ancak karşılıklı anlaşma olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki Beşiktaş kulübü Fenerbahçe'nin ödemeyi taahhüt ettiği miktardaki parayı da Kayserispor'a ödemeye hazır olduğunu çeşitli platformlarda dile getirmiş durumda. Yani meselede maddi bir uyanıklık da söz konusu değil.

Binicem üstüne, vurucam kırbacı

"Babam çok zengin benim. Çuvalla parası var babamın. Benim olacak Fıstık. Binicem üstüne, vurucam kırbacı, vurucam kırbacı."

Akıllarımızda yer eden bu replik, Türk Sinemasının kült olmuş filmlerinden Öksüzler'de bir eşeğin açık artırma ile satışı sırasında sarf edilir. Kuşkusuz bu repliği ilginç kılan ve unutulmaz hale getiren; para ile değerlerin anlık da olsa "satın alma gücü paritesi" gibi bir potada eritilmesi neticesi ortaya çıkan sonucun çarpıklığıdır. Yumurta gibi tokuşturulan bu iki kavramın seyirci üzerinde yarattığı etki belki yönetmenin arzuladığından da çok öte olmuştur, vicdanlar çatlamıştır.

Gelinen noktada Mehmet Topuz'un kendisine danışılmadan "mal" misali alınıp satılması, Beşiktaş forması giydikten sonra ani bir manevrayla el değiştirdiğinin (!) açıklanması ister istemez aklıma yukarıdaki repliği getirdi. "Beşiktaş'ta oynamak istiyorum. Taraftarın önüne çıkacağım günü iple çekiyorum ve büyüklerimden anlayış bekliyorum" diye açıklama yapan bir futbolcuya "Hayır sen bilincini kaybetmişsin. Fenerbahçelisin ve Fenerbahçe'de oynayacaksın." diyen zihniyet sahipleriyle Fıstık'ı alıp kırbaçlamak isteyen zengin çocuğu arasında temelde hiçbir fark yoktur. Fenerbahçe elbette büyük kulüptür ve dünya üzerinde Beşiktaş forması giymektense Fenerbahçe'yi tercih edecek belki binlerce futbolcu vardır. Ancak Beşiktaş'ta oynamak isteyen bir futbolcuya da metazori Fenerbahçe'yi işaret etmek ego tatmininden başka bir şey değildir. Maalesef ki bahsettiğim büyüklük egosu Fenerbahçe ve Galatasaray'da bolca bulunmaktadır. Baksanıza Rijkaard'ın gelişi bile Mehmet Topuz olayı sebebiyle gölgede kalınca Fatih Gökşen de kendisini "Aslında Mehmet Topuz Galatasaraylı" demek zorunda hisseti. Bunu da "Yok, yok Fenerbahçeli", "Hayır Kayserisporlu" ve "Takım tutmaz o" mealinden bir sürü açıklama takip etti. İşte tam da bu noktada bazılarının bilinçli olarak çoğumuzun da fark etmeden atladığı olay Mehmet Topuz'un hangi takımı tuttuğu ile konunun en ufak bir bağlantısının olmayışı idi. Önemli olan Mehmet Topuz'un şu an hangi kulüpte oynamak istediğiydi. Zaten olay büyür önce Futbol Federasyonu'na oradan UEFA ya da CAS gibi mercilere taşınırsa hükmü verecek olanların yönetmelik ve tüzüklerden de önce Mehmet Topuz'a soracakları ilk soru "Hangi takımda futbol oynamak istiyorsun?" sorusu olacaktır. Yani kimse böylesi bir durumda Mehmet'e "Çocukken hangi takımlıydın?" gibi sorularla psikanaliz yapılmasını beklemesin.

Dünya futbolunu yönetenlerin son 15-20 yıl içinde verdikleri kararlar hep futbolcuların bireysel özgürlüklerini genişleten ve insan hakları ile çalışma hürriyetini garanti altına alan kararlar olmuştur. Bunu 95'teki Bosman Kararları'nda da henüz birkaç gün önce açıklanan "Çift pasaportlu oyuncular için milli takım seçiminde 21 yaş sınırının kaldırılması" kararında da görebilmek mümkün. Ne dünya ne de futbol artık 20 yıl öncesinin kurallarına bağlı değil. Dolayısıyla oyuncunun bonservisini almak, tapusuna sahip olmak gibi kavramlar tarihe gömüleli çok oldu. Hele ki kamuoyuna açık platformlarda "Bonservisi bizde, paşa paşa gelecek ama biz onu süründüreceğiz" şeklinde konuşursanız ve bu ispatlanırsa alacağınız cezalarla cin çarpmışa dönebilirsiniz. İşin özü, bu olayda Mehmet Topuz açısından en kötü senaryo ocaka kadar yaklaşık 6 ay Kayserispor PAF takımıyla çalışmak ve ocakta bedelsiz olarak Beşiktaş'a imza atmak olur. Tüm bu yazdıklarım da ancak tek şart altında geçersiz olur. O da Beşiktaş'ın Mehmet Topuz'a baskı, şantaj ya da tehdit uygulayıp böyle davranmaya zorlamasıdır ki, açıkçası ben buna pek ihtimal vermiyorum.

Bu işler illa ki güzellikle ve futbolcunun isteğiyle olacak sevgili okurlar. Öyle olmasa Manchester City'nin ocakta 100 milyon Euro, Real Madrid'in ise haziranda 70 milyon Euro teklif ettiği Kaka için Milan kulübü de futbolcunun görüşünü almaz ve elbette ki oyuncusunu 100 milyon Euro veren Manchester City'e çoktan satardı. Ama yapamadı. Acaba neden?

İbrahim de "Üzülür"

Cuma gecesi ortalık Mehmet Topuz transferiyle toz dumanken seyrettiğim Fransa - Türkiye milli maçında ummadığım derecede iyi bir Fransa takımı buldum. Anlaşılan Nijerya karşılaşmasında 45 dakika boyunca ıslıklanan Raymond Domenech ve talebeleri, ay-yıldızlılar önüne bilenerek çıkmışlardı. Elbette ilk yarı boyunca horozların domine ettiği ve bizim Arda'nın tek pozisyonu dışında izlemek zorunda kaldığımız bu futbolu salt "bilenmişler de ondan" düşüncesiyle açıklayabilmek mümkün değil. Öncelikle benim Gerland Stadı zemininde gördüğüm Fransız takımı, geçmişin Dünya Kupası ve Avrupa şampiyonu apoletlerini koruma gayretinde son derece atletik ve fizik gücü yüksek bir takım. O tarihlerde defansın önüne yerleştirdiği ön liberolarla uzunca müddet "futbolu öldürüyor" serzenişlerini dinlemek zorunda kalan Fransa, bugün de defansın önünde sağlam iki adamla Toulalan ve Diarra ile oynuyor. Bugünün Fransa'sında gözlemlenen en büyük fark ise anlatmaya çalıştığım sağlam defansif kurguyu 4-3-3 gibi kağıt üzerinde ofansif bir sistemle bağdaştırmaya çalışmaları ki, millilerimiz önünde bunu başarabildiler. Ancak üç gün önce kendileri gibi atletik vasıfları yüksek Nijerya'ya karşı nasıl zorlandıklarını da bildiğimizden Domenech'in düşüncesi için henüz "komplike ve başarılı" ifadelerini kullanamıyoruz.

İleride Benzema'nın merkez santrfor, Malouda ve Anelka'nın kanatlara yakın oynayarak hücum hattını üçlediği bu sistem -tıpkı Mustafa Denizli'nin Beşiktaş'a yerleştirdiği düzende orta sahada serbest oynayıp iki ön liberonun önünde görev alan Yusuf (Delgado) örneğinde olduğu gibi- Gourcuff ile tamamlanıyor. Buna karşılık millilerimiz Arda, Nuri, Mehmet Topal ve Tuncay'dan kurulu orta alanın önüne Mevlüt - Halil ikilisini yerleştirerek 4-4-2 sisteminde sahaya yayıldı ama 38'de İbrahim Üzülmez'in büyük hatasında hem skor hem de sayısal üstünlüğü kaptırdıktan sonra planlarımızın hükmü kalmadı. İkinci yarının ilk 25 dakikalık bölümünde Tuncay ve Arda'nın oyuna katılımları ve zaman zaman kanatlardan içe kat ederek sergiledikleri futbol Fransa kalesinde birkaç tehlike yaratmamıza vesile oldu. İlerleyen dakikaların 10 kişilik millilerimiz için üstelik saha da giderek ağırlaşmakta iken "kondisyon erozyonu" anlamına gelebileceği açıktı. Buna rağmen millilerimizin iyi bir direniş sergilediğini düşünüyorduk ki, Avrupa'nın dört bir yanından maçı izlemek üzere stadı dolduran gurbetçilerimizin anlamsız, tatsız ve amaçsız protestoları sebebiyle maç bir süre durakladı. Fatih Terim'in Sercan ve Yusuf'u da oyuna dâhil etmesiyle risklerin dozu iyice arttı. Son on dakikalık bölümde Fransa Ribery'i iyi kullanarak kalemize tehlikeli toplar taşıdı ve kontrataklarla gol kovaladı. Gerek bahsettiğim bu bölümde gerekse de maç genelinde Volkan Demirel'in sergilediği performans yaklaşan önemli maçlar öncesi yüreğimize su serpmekle kalmadı aynı zamanda arasının limoni olduğu Christoph Daum'a da mesaj niteliğindeydi. Sonuç olarak ayağa kalkma gayretindeki Fransa'ya karşı 10 kişiyle direnebildiğimiz kadar direndik. Objektif bir yorumla maçın farklı yenilgimizle de sonuçlanabileceğini kabul etmeliyiz. 2010 yolundaki kalan maçlarımızı "tam kadro" oynama ihtimalimiz bulunduğu sürece umutların sönmeyeceğini düşünüyor ve millilerimize başarılar diliyorum.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Derbi kadar zor 03 Mart 2016
Düğüm çözülecek mi? 25 Şubat 2016
Skandalın daniskası 23 Şubat 2016
Maçın şifresi: Savunma 18 Şubat 2016
Öp Quaresma’nın elini 16 Şubat 2016
Taktik savaşı 11 Şubat 2016
Maça geç kaldılar 09 Şubat 2016
Ciddiyet şart 02 Şubat 2016