Neden Trump gibi bir ekstremist aday oldu?
Dün, Ted Cruz’un yarıştan çekilmesi ile birlikte Cumhuriyetçi Parti’nin başkanlık adayının Donald Trump olması kesinleşmiş bulunuyor. Burada Trump’ın deli saçması fikirlerini tekrarlamaya gerek yok. Asıl mesele hangi ekonomik ve siyasi koşulların Trump gibi bir ekstremistin aday olmasına sebep olduğu. Kaç zamandır Batı toplumlarında son 30 yıl içerisinde gelir dağılımının bozulması neticesinde orta sınıfın eridiği ve gelir eşitsizliğinin rekor seviyelere çıkmış olduğu çok yazılır ve söylenir hale geldi. Buna rağmen, iktidara gelen (sağ ya da sol) kurulu düzen siyasetçilerinin toplumlarında biriken bu hüsran ve hayal kırıklığı duygusuna karşı reformlar geliştirmek konusunda son derece başarısız oldukları da bir gerçek. Böyle bir durum karşısında da halkın bir kısmının kurulu düzen karşıtı (anti-establishment) diyebileceğimiz politikacılara rağbet etmesi de son derece doğal. Sağ görüştekiler Trump’a meyil ederken, soldakiler de Demokratların adayı olan Bernie Sanders’a yönelmiş durumda. (Mamafih, Demokratlardan büyük olasılıkla Clinton seçilecek.)
Garip olan durum ise sadece ABD’de değil, pek çok Batı ülkesinde kaç zamandır prensipte toplumcu olması gereken sol iktidarlar işbaşında olmasına rağmen, halkın işsizlik, gelir kaybı, refah azalması gibi problemlerine büyük ölçüde kayıtsız kalınmış olması. Özellikle 2008 krizi ve sonrasında alınan önlemler ekonomilerin tekrar sağlıklı bir büyüme sürecine girmesi önündeki en büyük engel olan halkın yüksek borçluluğunu ortadan kaldırmaya yönelik önlemler olması gerekirken, yapılanların tamamen halkın parasıyla büyük bankaları ve kuruluşları kurtarmak olduğu da ortada. Esas problemler göz ardı edilirken, bazı (deneysel olarak nitelenebilecek) para politikalarıyla çark döndürülmeye çalışılıyor. Ancak, son 8 senedir büyüme oranlarında bir türlü istenen düzey yakalanabilmiş değil. Artık, İMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların ekonomik büyümeye ilişkin tahminlerini her defasında aşağıya doğru revize etmelerini de kanıksar olduk.
Görünen o ki para politikalarının gelir ve maliye politikalarının yerini alması mümkün değil. (Bu gelişmiş Batı ekonomileri için olduğu kadar Türkiye için de geçerliliği olan bir önerme.) Bilindiği gibi kriz sonrasında 2 farklı para politikası gündeme geldi. Birincisi miktarsal gevşeme olarak da bilinen merkez bankalarının tahvil alım programları. ABD’de bu program geçen sene sonlandırılırken (sonlandırıldı ancak alınan tahviller piyasaya geri veril(e)medi, halen Fed’in bilançosunda duruyorlar), diğer gelişmiş ekonomilerde devam ediyor. Piyasalara likidite sağlamak ve geçici bir şekilde menkul değerler ve emtiaların fiyatını şişirmek dışında bir etkisi olmadı. Diğeri ise negatif faiz politikası. Bunun da etkisi oldukça şüpheli. Reel faizler yüzde -2 seviyesine kadar düşürülmüş olmasına rağmen özel sektör yatırımları değil artış, azalma gösterdi. (2000’de ABD’de milli hasılanın yüzde 8.4 seviyesinde olan yatırımlar 2014’te yüzde 6.8’e, AB’de ise aynı dönemde yüzde 7.5’ten 5.7’e geriledi.)
Belli ki, Batı ekonomilerinde uygulanan parasal politikalar istenen çözümleri getirmiyor, bu da hüsrana uğramış olan oy verenlerin bir bölümünün kurulu düzen dışında yer alan siyasetçilere kaymasına yol açıyor. Peki, bahsettiğimiz oligarşik düzenler değil de, demokrasi ile yönetilen ve öncelikle orta sınıfl arın ihtiyaçlarına hitap etmesi gereken siyasi sistemler olduğuna göre, neden siyasetçiler kendi oy tabanlarını erozyona uğratıcı bir şekilde davranmaya devam ediyorlar? Burada 1980 sonrasında adeta (sağdan veya soldan olsun) siyasetçilerin beynine kazınan “neoliberal” dogmaların önemli bir payı söz konusu.
“Neoliberalizm” kavramı ilk defa 1947 yılında Hayek’in kurmuş olduğu Mont Severin Cemiyeti tarafından ortaya atılmış. Ana doktrinleri devletin ekonomik faaliyetlerinin olabildiğince küçültülmesi, ve piyasaların devlet müdahelesi olmadan tam rekabet ortamında işlemesi. 1970 sonlarına kadar fazla bir etkisi olmayan neoliberal görüşler o dönemden sonra Reagan-Thatcher iktidarları kanalıyla uygulamaya konuldu. Ancak, çok kısa zamanda neoliberalizm egemen grupların kendi hakimiyetlerini devam ettirmeye yönelik politikalara dönüşüverdi. Bugün, neoliberallerin devletin kendi sektörlerini korumasına, özelleştirme yoluyla yeni tekeller ve rant oluşumları sağlamasına, bankaların kurtarılmasına, kısaca “iş alemi kârı toplarken, devlet de riski üstlenir” mantığına hiç bir itirazları yok. Bugün Batı ve özellikle ABD’deki bazı politikacıların çıkar gruplarının lobicilik faaliyetlerinin etkisi altında orta sınıfl arın aleyhine olan bu tip korumacı politikaları desteklediğine şüphe yok. Ancak, bu politikaların bu kadar yaygın olmasının diğer bir sebebi de, bu politikalarla ilgili sosyologların deyimiyle bir “toplumsal realite kurgusu” oluşmuş olması. İnsanlar, günlük faaliyetlerini toplum tarafından kabul görmüş inançlar etrafında düzenleme eğilimindedirler. Zaman içinde, bu oluşturdukları sistemin çalışmadığını anlasalar bile somut bir alternatif görmeden bu sistemi terk etmeleri çok zor olabilir. Kısaca, bir paradigma ile karşı karşıyayız. Nasıl ve ne zaman yıkılır, bilmek zor.