Neden bu duruma düştük?
Her ne kadar S&P derecelendirme şirketinin Türkiye’nin görünümünü negatife çekmesi piyasaları beklendiği kadar tedirgin etmese de, Türkiye’nin sadece S&P değil, diğer pek çok kurum tarafından da “kırılgan beşli” olarak görülen grubun içinde bile pek çok parametre bakımından en kırılganı olarak görüldüğü gerçeğini değiştirmiyor. Bu nedenle, şimdilik bir nebze durulmuş olan ortama bakarak, en kötüsünün geride kaldığını söylemek fazlasıyla iyimserlik olacaktır.
Öte yandan, daha önce de iddia ettiğim gibi, küresel fon akımlarındaki yeniden dengelenme (rebalancing) süreci sonrasında Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülkelere son 10 senedeki kadar olmasa bile tekrar yabancı fon girişlerini görmeye başlayacağız. (Dünyadaki likidite bolluğu ve buna bağlı yüksek getiri arayışları devam edecektir.) Bu durum da belki bizim cari açık kaynaklı ağır bir krize girmemizi engelleyecek. Amma ve lakin, bu asla demek değil ki, bu şekilde Türkiye otomatik olarak bugünden sonra yüksek hızlı ve “sürdürülebilir” bir büyüme süreci içine girecek.
Benim “sürdürülebilir” denge kıstasım bir ülkenin cari açık oranının “istikrarlı” bir şekilde GSYH büyüme oranının altında kalmasıdır. Neden? Çünkü, yeni kaynakların kesintisiz bir şekilde akmaya devam etmesi ancak yabancı yatırımcıların bu kaynakların “verimli” bir şekilde değerlendirildiğini görmesi ile mümkündür. Ancak, gelen yabancı kaynakları tüketici kredileri, tüketim malı ithalatı ve inşaat gibi son tahlilde verimsiz mecralara yönlendirirsek, belki bir kaç sene hızlı büyümüş “gibi” oluruz ama eninde sonunda dış ticaret dengesi açılmaya ve cari açık da acı vermeye başlar. (Maalesef ki, gelen doğrudan yabancı yatırımlar (FDI) bile son 10 yılda imalat sanayi yerine çok ağırlıklı olarak perakende ticaret, finans, haberleşme ve hizmetler gibi domestik ve ihracata yönelik olmayan (non-tradeable) sektörlere kanalize oldu. Nitekim, son 3 seneye baktığımızda sırasıyla büyüme oranımız %8.8, %2.2 ve %4.0, cari açık oranımız ise %9.7, %6.2 ve %7.4 olmuştur. Bu kesinlikle “sürdürülebilir” bir büyüme patikası değildir.
Her gelişmekte olan ülkenin ama iyi, ama kötü değişik hikayeleri var. En kırılgan beşlinin bile ekonomik dinamikleri ve kırılganlık unsurları birbirinden oldukça farklı. Ancak biz kendi hikayemize odaklanırsak, son 10 yılda maalesef pek çok politika yanlışlıkları yaptığımızı görmemiz gerekiyor. Görmeliyiz ve bunlardan ders çıkarmalıyız ki, önümüzdeki süreçte aynı hataları tekrarlamayalım. Bu bağlamda, 3 ana politika ayağını (para, maliye ve sanayi politikaları) da mercek altına yatırmalıyız.
Para politikası 2008 sonuna kadar sıkı tutuldu. Ancak bu dönem TL’deki aşırı değerlenmeye rağmen (Eylül 2008’de reel efektif kur endeksi 130’a kadar çıkmıştı) enfl asyon hedefin çok üzerinde kalmaya devam etti. (2008’de hedef %4 idi, gerçekleşme %10.1 oldu). Buna rağmen, 2009’dan itibaren (Taa ki 2 hafta öncesine kadar) politika faizleri hızla indirilerek reel olarak negatife düşürüldü. Belki burada amaçlanan artan global likidite karşısında TL’nin cazibesini azaltmaktı. Ancak bu sağlanamadığı gibi (REK Nisan 2013’de 120’nin üzerindeydi), bu durum kaçınılmaz bir şekilde tüketici kredileri ve dolayısıyla iç tüketimi patlattı. Bu gelişimi önlemek için devreye sokulan makro-ihtiyati tedbirler ise çok geç ve yetersiz kaldı. Halbuki, bu dönemde yapılması gereken, politika faizlerini reel olarak pozitifte tutarken sermaye kontrolleri uygulamak ve yüksek miktarda döviz rezervi birikimi yaratmaktı.
Bu dönemde maliye politikası ise göreceli olarak sıkı tutulduysa da, yeteri kadar sıkı tutulmadı. Eğer enfl asyon hedefl erin üzerinde seyrediyorsa, bu her zaman ve her yerde ekonominin kapasitesinin üstünde büyüdüğünün bir göstergesidir. Bu şartlar altında, kamu sektörünün tasarrufl arını artırarak (bütçe fazlası vererek) bu büyüme köpüğünü bir ölçüde dengelemesi gerekir. Bu yapılmadı.
Son olarak sanayi politikasına (daha doğrusu sanayi politikasızlığına) gelirsek. Son 10 yılda ihracat ve döviz kazandırıcı faaliyetlere yönelik akılcı, şeff af ve uzak görüşlü bir sanayi politikası geliştirilmedi.
Yerine, opak bir KOBİ ve Anadolu kaplanları söylemi tutturuldu. Ancak, değil gelişmekte olan bir ülkenin, gelişmiş bir ülkenin bile yerleşik büyük sanayi şirketlerini desteklemeyen (aksine onlara karşı yer yer hasmane bir tutum alan) bir kalkınma politikası izlemesi mümkün değildir. Sonuçta KOBİ’ler büyük grupların yelpazesi altında palazlanırlar. (Maalesef ki, bugün geldiğimiz noktada, suni bir şekilde şişirilmiş olan iç tüketimin kaçınılmaz bir şekilde daralmasıyla en büyük hit’i yiyecek olanlar da gene KOBİ’ler olacaktır.)
Ümit ederim ki, bundan sonra TL’nin yeniden değerlenmesine izin verilmesin, gerçekçi bir faiz politikası izlenilsin, kamu daha fazla kemer sıksın ve akılcı bir sanayi politikası geliştirilsin.