Neden bir türlü gelişemiyoruz?

Güventürk GÖRGÜLÜ
Güventürk GÖRGÜLÜ PAZARLAMA 3.0 [email protected]

 

Geçen yazımızda 1 Mayıs olaylarından yola çıkarak, kent merkezinin “Marjinal” olarak nitelendirilen gruplara kapatılmak istendiğinden söz etmiştik. Bölgenin habitatını değiştirmek, sterilize etmek, kimliksizleştirmek ve zenginlerin rahatsız edilmeden dolaşabilecekleri bir ortam yaratmak için Beyoğlu gibi bölgelerde yerleşik halkın ve müdavimlerin kovalanmaya çalışıldığına dikkat çekmiştik.

Şimdi gelelim bu yaklaşımın toplumsal maliyetlerine. Konumuz yalnızca Taksim, Beyoğlu veya herhangi bir yerle sınırlı değil. Son yıllarda, hayatın her alanına nüfuz eden ve giderek daha da ağır şekilde kendini hissettiren bir yaklaşımdan söz ediyorum. Öncelikle çevreyi “Sterilize etmek” yani ülkeyi yönetenlerin fikrine göre “mikroplardan arındırmak” istediğinizde, burada büyüyen nesillerin bağışıklık sistemlerini pek gelişmeyeceğini, biraz zayıf ve alerjik bünyeli olacaklarını hemen belirtelim. Bir de “Sterilize etme” nin aynı zamanda “Kısırlaştırma” anlamına geldiğini

hemen hatırlatalım. Yani “marjinal görüşlerden” arındırılmış, değişik düşüncelerin ortadan kalktığı, tek tipleştirilmiş, kısaca sterilize edilmiş bir ortamdan, bir toplumdan yeni ve yaratıcı, işe yarar bir şeylerin çıkmasını beklemek pek doğru değil.

Geçen yıl haziran ayında Bilgi Üniversitesi’ne konuk olan ünlü marksist kuramcı David Harvey, bugün dünyayı şekillendiren temel gücün “sermaye” olduğunu belirterek bu değişimin olumlu taraflarından da kimsenin vazgeçemeyeceğini söylemişti. Yani kapitalist sistem içinde geliştirilen teknolojiyle hayatımıza giren internet, cep telefonları, uçaklar ve başka bir sürü şey... Evet, günümüzde dünyayı değiştiren başat güç sermaye. Birileri dünyayı değiştiriyor, daha sonra dünya da bizi, yani insanlığı değiştiriyor. Bu nedenle bütün dünya sermayenin peşinde. Daha çok sermaye, daha çok teknoloji, daha çok değişim ve daha çok zenginlik demek. Ancak ülkemizi yönetenler, pek çok azgelişmiş ülke yöneticisi gibi bu “sermaye” meselesini de pek kavrayabilmiş değil aslında.

Ülkeyi yönetenler ülkenin gelişmesi, kalkınması, zenginleşmesi için ülke içine daha çok sermaye çekilmesi, bunun için de sermayenin rahat edeceği, dikenlerden arındırılmış bir ortam yaratılması gerektiğini düşünüyorlar. Böyle yaptıklarında araziler binalar, yeni kentler, yer altı ve yer üstündeki pek çok zenginlikten faydalanmak için bir miktar paranın ülkeye aktığı da doğru. Ancak gelen bu bir miktar para ile ülkenin zenginleşemeyeceğinin pek farkında değiller. Zira “para” ile “sermaye”nin farkı konusunda kafaları pek de net değil gibi görünüyor. Paranın zenginlik yaratabilmesi
için insan gücüyle, insan emeğiyle, insan aklıyla, insan zekasıyla, insan ruhuyla bir araya gelebilmesi, insanın yarattığı güçle harekete geçebilmesi gerekiyor. Bu nedenle, Amerika Birleşik Devletleri’nin gücünün kaynağını Amerikan Doları’nda veya Amerikan sermayesinde aramak boş bir çaba. Amerika’yı ayakta tutan esas enerji, Amerikan sermayesinin yarattığı çekimle dünyanın dört bir yanından ülkeye akan entelektüel kapasite, yani beyin gücünde saklı...

İşte bizim ve daha pek çok ülkenin başında bulunan yöneticiler, para, sermaye ve emek arasındaki bu ilişkiyi kavrayamadıkları için, değişik fikirleri, “marjinal” düşünceleri, değişik yaşam biçimlerini, kısaca gelişimi, değişimi sağlayacak çoğulcu yapıyı ülkenin zenginleşmesi yönünde bir engel olarak görüp ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Eğer ABD gibi dünyanın her yerinden beyin göçü almıyorsanız ve kendi entelektüel kaynaklarınız da çok ama çok sınırlıysa, bu sınırlı kaynakla bu kadar çok uğraşmanız, bu kadar çok didişmeniz ülkeye tahminlerin çok çok üstünde zarar verecektir.

Amerikalı sosyolog ve siyaset bilimci Charles Tilly (1929-2008), Avrupa’da ulus devletlerin oluşum sürecinde “zor yoğun” ve “sermaye yoğun” olmak üzere iki tür strateji izlendiğini söyler. Tilly’e göre zor yoğun strateji, sermaye birikiminin düşük ve burjuvazinin az gelişkin olduğu, devlet aygıtı dışında sermaye birikimi olanaklarının az olduğu Rusya ve benzeri Doğu Avrupa ülkelerinde yoğun olarak kullanılırken sermaye yoğun stratejiyi burjuvazinin daha güçlü olduğu ülkeler etkin olarak kullanabiliyor. Venedik, Hollanda, Britanya, Fransa gibi ülkelerde devletten bağımsız burjuvazinin gelişmesi nedeniyle devlet aygıtı daha uzlaşmacı biçimde otoritesini toplumun geneline kabul ettirebiliyor. Bu model de günümüzde “Avrupa devletler sistemi” olarak karşımıza çıkıyor.

Charles Tilly üçüncü dünya ülkelerinin de Avrupa ulus devlet modeliyle örgütlendiklerini, ancak sermayenin sınırlı olması nedeniyle büyük ölçüde zor yoğun stratejiyi benimsediklerini söylüyor. Bu ülkelerin bir süre sonra demokratik olgunluğa erişeceklerini ve kendiliğinden sermaye yoğun stratejiyi benimseyeceklerini söylemek ise Tilly’e göre pek doğru değil. Türkiye, tarihi boyunca toplumun denetimi için zor yoğun stratejiyi benimseyen ülkelerden biri oldu, olmaya da devam ediyor. Anladığımız ve gördüğümüz kadarıyla, ne Türkiye devletinin yeni elitleri, ne de bu ülkenin eski-yeni burjuvazisi, henüz zor yoğun stratejiyi terk etmeye pek hazır değil. Bugün yapıldığı gibi toplumu zorla hizaya sokmaya çalışmak, çeşitlilikleri yok etmek, düşünceye ve yaşam tarzına müdahale etmek ise dediğim gibi uzun vadede ancak topluma zarar veriyor, koskoca ülkeyi “azgelişmişliğe” mahkum ediyor.
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Orta vadeli temenniler 21 Eylül 2018