Ne yiyorsanız söyleyin de biz de yiyelim!

Alaattin AKTAŞ
Alaattin AKTAŞ EKO ANALİZ [email protected]

Önce bu konuya eğilmekte geciktiğimiz için özür dilememiz gerek. Bir televizyon kanalında yapılan "olağanüstü" saptamaların yer aldığı bu konuşmanın üstünden çok zaman geçmiş. Haziran ayındaki bu "aydınlatıcı" ve "ufuk açıcı" konuşmadan yeni haberimiz oldu. "İşin aslı demek ki böyleymiş" diye ağzımız açık dinledik. Konuşmayı yapan Araştırmacı-Yazar Ömer Özkaya. İnternette de bulabileceğiniz konuşmasında bakın neler söylüyor Ömer Özkaya:

Daha bir hafta önce Ankara'da portakal büyüklüğünde dolu yağdı. Hatay'ın bir ilçesinde iki metrekareye beş metrekare(!) yani halı kadar bir alana bulutlardan kovayla su döktüler. Sağda solda hiçbir şey yok. İki metrekareye beş metrekare(!) bir alana kova kova su döküyorlar. Yani bir anormallik var burada.

Hani Ankara'da yolları filan su bastı ya, ben o yağmurun doğal olmadığı kanaatindeyim. Böyle bir yağmuru İstanbul'da denemek isteyebilirler.

Ankara'daki felakete 15 dakikalık bir yağış sebep oldu. Tabi bunları yapıp deniyorlar, bakıyorlar. 15 dakikada ne oldu. Peki o yağmur bir saat devam etseydi?

Şimdi Ak Parti hükümeti yerel yönetimlerdeki başarılarıyla bilinir. Bunu sonlandırmak istiyor olabilirler. Seçime gidiyor Türkiye.

Ben Ankara'daki yağmurun doğal olmadığı kanaatindeyim. Bizim sanayi ve endüstri bölgelerinde küçük küçük hortumlar oluyor. Bunların bir deneme olduğu kanaatindeyim. Doğu ve Güneydoğu'da bazı köylerimizde böyle küçük küçük depremler oluyor. Aslında tüm süreci yönetebilseler ve kontrolleri altında olacağına ikna olsalar yani bundan emin olsalar sanıyorum çok daha şiddetli bir şekilde gelecekler. Fakat bu manipülasyonların kendilerini de etkileyebileceği endişesiyle çekingen davranıyorlar. Bir taraftan da elinizdeki bu silahı çok ekonomik kullanmanız gerekiyor. Böyle açık verirseniz iki metrekareye beş metrekare(!) bir alanda yağmur yağarsa 27 Mayıs'ta portakal büyüklüğünde dolu yağarsa insan bundan şüphelenebilir."

Önce şu "iki metrekareye beş metrekare" ne demek, anlamadığımızı belirtelim. "İki metreye beş metrelik" bir alan denmek isteniyor olsa gerek.

"Üç beş metrekarenin lafı mı olur" diyerek geçelim bu ayrıntıyı. Bizim bir ricamız var:

"Arkadaşlar, ne yiyor içiyor ve böyle konuşabiliyorsanız, lütfen söyleyin de biz de onlardan yiyip içelim; açılalım, rahatlayalım, uçalım!"


Eften püften etten!

Türkiye 2024 Avrupa Futbol Şampiyonasına ev sahipliği yapma şansını yitirdi. Olabilir, zaten yarı yarıya şansımız vardı.

Amaaaa... Her şey demek değil ama nasıl bir tanıtım filmidir o öyle!

Filmin ilk saniyelerinde zaten maça adeta yenik başlamış oluyoruz. Tozda toprakta futbol oynayan çocukları göstererek "Bakın biz nereden nereye geldik" mesajı mı vermeye çalıştık yani. İlk algı, "İşte biz bu haldeyiz" de olmuyor mu aynı zamanda.

Hadi onu geçtik. Boğaz Köprüsü ne Allah aşkına. Başka ülkelerin boğazı var da köprü mü yapmadılar yani! İki kıta arasındaki boğaz bizde, köprü de burada, hepsi bu!

Ya otoyollar, ya metrolar, ya havaalanı. Biz altyapı yatırımlarımızın tanıtımını mı yapıyoruz, yoksa futbol şampiyonasına ev sahipliğine mi soyunduk? Tamam, ne demek istendiği belli. Ama "Bizim altyapımız var" böyle anlatılmaz ki, zaten olması gerekenleri anlatma ihtiyacı niye duyulur ki?

Ve tabii ki final sahnemiz. Eften püften hazırlanan tanıtım filmini "et"le bitirmemek olmazdı...
Türkiye'nin dünyadaki "gururu" olan şahsiyeti ekrana çıkarıp tuz serptirmemek, et kestirmemek olur muydu hiç!


Bu filmin içeriğini bu şekilde hazırlayanların, bu şahsı Türkiye'nin tanımında kullanmayı aklı sıra akıl edenlerin Türkiye ile dalga geçtiği için hesap vermesi gerekir aslında.

Şampiyonayı alamayabilirsiniz, ama hiç değilse ülke rezil olmaz. 

Bir başka gerçek daha. Sakın kimse "Tanıtım filmimiz iyi değildi de bu yüzden kaybettik" gibi düşüncelerle kendini avutmasın.

Bu kararlardan sonra tüm toplum olarak aynaya bakma ihtiyacı içinde olmalıyız.

Böyle bir organizasyonu çok istediğimiz halde, Almanya'ya kıyasla UEFA'ya bir dizi mali kolaylık da sağladığımız halde niye bize vermediler diye...


"Televizyonlarda döviz kuru yazmasın"

Yıllar önce İtalya Abdullah Öcalan'a bir süreliğine sığınma hakkı tanıdı, İtalyan mallarını boykot edeceğiz derken adı İtalyancayı çağrıştıran Türk firmalarını bile hedef aldık.

Son dönemde ABD ile aramız açıldı, başladık dolar yakmaya, başladık Amerikan malı telefonlarımızı kırmaya... Amerikalılar sattıkları malların kırıldığını duymuşlarsa kıs kıs değil, kahkahalarla gülmüşlerdir, "Aynı malı yeniden satacağız" diye.

Böyle tuhaf düşmanlıklar edinme konusunda pek maharetliyiz doğrusu. Bu düşmanlığımıza şimdi de döviz düşmanlığı ekledik. Yalnızca dolar da değil, tüm dövizler düşmanımız ama özellikle tabii ki dolar.

Bankalarımızda TL mevduattan çok döviz mevduatı tutan başkaları sanki.

Dövizdeki artışa çare bulmak için de pek yaratıcı fikirler duyuyoruz son zamanlarda. Bir işadamı (erkek olduğu için işadamı) çıkıp diyor ki, "Televizyonlarda döviz kuru yazmasın".

Emrin olur beyim, yazmasın! Ama o zaman döviz yine artmaya devam ederse ne olacak?

Ya da ikinci bir emre kadar döviz kullanmayı da yasaklasak mı ki? Eskiden olduğu gibi cebinde üç beş dolar bulunduranı suçlu mu ilan etsek?

Ama sahi siz işadamı değil misiniz, ülkeye döviz kazandıracak faaliyetlerde bulunsanız.

Sakın siz ithalatçı olmayasınız, dövizin yükselmesinden bu yüzden mi rahatsızlık duyuyorsunuz?

Hadi uyanın da ayaklarınızı yere basın, işe yarar fikirler üretin...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar