Ne seçeceğimiz üzerine anlaşmadan seçime gidiyoruz
Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken adayların durumları hakkında bir iki kelam etmesem içim rahat etmeyecek. Biliyorum, bu sıcak yaz günlerinde, böylesine bir kutuplaşma ortamında kimsenin siyaset konuşmaya pek mecali yok. Ancak yaklaşmakta olan seçim, hem Türkiye’nin siyasi iklimi, hem de siyasi pazarlama açısından bazı ilginç özelliklere sahip.
Önce seçimle ilgili bazı yanılgıların altını çizelim. Her şeyden önce Türkiye’de Cumhurbaşkanını seçmek için halkın ilk kez sandık başına gittiği tam olarak doğru değil onu bir hatırlayalım! 12 Eylül darbesinden sonra 7 Kasım 1982’de yapılan anayasa plebisitinde, hazırlanan anayasa taslağında yer alan geçici bir maddeyle, darbeci general Kenan Evren’in yedi yıllığına cumhurbaşkanı seçilmesi konusu da oylanmıştı.
Sonuç olarak halkın yüzde 91.37’lik bölümü anayasaya “evet” derken Kenan Evren de aynı anda Türkiye’de halkoyuyla seçilen ilk cumhurbaşkanı unvanını kazanmıştı. Neyse konumuz bu değil...
İkinci olarak; sanki Türkiye başkanlık veya yarı başkanlık sistemine geçmiş de, karşımızda yeni ve çok geniş yetkilere sahip bir cumhurbaşkanlığı makamı varmış da, o makam için bir aday aranıyormuş gibi bir tartışma var ki, aslında öyle bir durum yok! Cumhurbaşkanı, mevcut anayasadaki tarafsız, siyaset üstü konumu, siyasi sorumsuzluğu, görev ve yetki tanımıyla seçiliyor. Bir başka deyişle aslında Türkiye’nin siyasi rejimi olduğu gibi dururken yalnızca cumhurbaşkanının seçim yönteminin değiştirilmiş olması topyekün bir sistem değişikliği gibi algılanıyor, aktarılıyor.
Cumhurbaşkanının doğrudan halkın oyunu arkasına alacak olması siyasi açıdan elbette önemlidir. Ancak bundan güç alarak cumhurbaşkanlığını siyasi bir konum haline getirmek ancak ve ancak sistemin zorlanması sonucunu doğurur. 1982 Anayasası, önceki anayasaya tepki olarak, güçlendirilmiş yürütme üzerine kurulu bir sistem getirdi ve o sistem çeşitli değişikliklere rağmen özünü büyük ölçüde koruyarak bugüne kadar geldi. “Başbakanlık sistemi” olarak işleyen bu sistemde, cumhurbaşkanlığı da büyük ölçüde Kenan Evren için tasarlanmış önemli görev ve yetkilerle donatıldı...
Evet, Anayasamıza göre Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu’nu toplayabilir, istediği kararı imzalatabilir ancak bu kararlardan Cumhurbaşkanı değil Başbakan ve Bakanlar Kurulu sorumludur. Cumhurbaşkanının tek başına imzaladığı karar ve emirler için de yargı yoluna başvurulamaz. Çünkü bu makam hem siyasi, hem de hukuki açıdan sorumsuzdur… Daha fazla gereksiz teknik detaya girmeden kısaca şöyle ifade edeyim: Cumhurbaşkanının Anayasa’daki tüm yetkileri kullanması durumunda, davulun başbakan ve bakanların boynunda, tokmağın ise cumhurbaşkanında olduğu bir sistem ortaya çıkar ki bu, “sürdürülebilir” bir sistem olmaz.
Neyse bu teknik detayları bir kenara bırakıp gelelim asıl konumuza. Yaklaşan seçimlerin bence en önemli özelliği, adayların anayasada tanımlanmış bir makam için yarışmalarına rağmen, o makamdan, yarışanlar dahil herkesin farklı bir şey anlaması. Bir başka deyişle; seçim yapılacak makamın, seçim sonucuna göre farklı bir fonksiyon kazanacak olması...
Başbakanlık, belediye başkanlığı veya kulüp başkanlığı için girilen seçim yarışlarını bir düşünün! Adaylar seçildiklerinde ne olacakları konusunda hemfikirdirler. Seçmenler de ne seçtikleri konusunda bir şüphe duymazlar. Yani yapılacak iş bellidir, seçmenler de o işi yapacak kişinin siyasi görüşüne, deneyimine, yeteneklerine ya da ne bileyim duydukları güvene, sempatiye göre oy verip birini seçerler.
Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise böyle bir netlik pek yok. Adayların ikisi mevcut anayasada tanımlandığı ve şimdiye kadar uygulandığı şekliyle; devletin, milletin birliğini temsil eden, tarafsız cumhurbaşkanlığı makamına aday olurken, biri bambaşka fonksiyona sahip bir makama aday olduğunu belirtiyor ve buna göre bir kampanya yürütüyor. Üstelik aynı durum seçmenler için de söz konusu. Ülkenin bir yarısının seçtiği desteklediği bir şeyden, diğer yarısı bambaşka bir şey anlıyor, başka bir fonksiyon atfediyor.
Bu duruma “varsın öyle olsun” diyenler elbette çıkabilir. Ancak mesele siyasi tercihleri, parti tercihlerini, kişi tercihlerini aşmış, sistemin ne olduğu konusunda bir uyuşmazlık noktasına varmışsa, orada artık yapısal bir sorun olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle düşünün: siz bir buzdolabı almak istiyorsunuz, ama aldığınız şeyin kendi kendine fırına dönüşme ihtimali de var. Veya beyaz eşya mağazasına gidiyorsunuz, aynı şeye bakıp siz buzdolabı diyorsunuz eşiniz fırın. Birinizin dediği olacak ve onu alıp evinize götürdüğünüzde ne yapacaksınız?
Hiçbir siyasi sistem sonsuz elastikliğe sahip değildir, mutlaka bir kırılma noktası vardır. Sistemler değişmez de değildir, elbette değiştirilebilir. Bunun uzlaşma ve çatışma olmak üzere iki yolu vardır. Demokrasilerde bunun yolu uzlaşmadır. Demokratik bir sistemde uzlaşma yoluna gitmez ve bu değişikliğin gerekliliği konusunda ülkenin çoğunluğunu ikna edemez veya buna gerek görmezseniz orada çatışma çıkar. Kısaca şöyle diyeyim; bu seçimin kazananı kim olursa olsun sonucu sistem krizidir.