Ne kadar istersek o kadar değişiriz
Biliyorum bazen kabak tadı veriyor ama, karşılaştığımız sıkıntıların, başımıza gelen dertlerin çoğunun temelde hep aynı toplumsal özelliğimizden, daha doğrusu zafiyetimizden kaynaklandığını görünce söylemeden geçemiyorum. Genel olarak bir zihniyet sorunu diye niteleyebileceğimiz bu özellik, stratejik yaklaşım ve analitik düşünce eksikliği, bireysel ve özel inisiyatife güvensizlik şeklinde ortaya çıkıyor. Zaman zaman her düzeyde tanık olduğumuz iddialı söylemlere karşılık uygulama ve performans sonuçlarının oldukça düşük olmasının kanıksanması, doğal karşılanması da bundan. Aynı şekilde rekabet, verimlilik, katma değer gibi kavramlara neredeyse alerji denebilecek kertede kayıtsızlık gözlenmesi de bu zaafın bir uzantısı. Üstelik söylemlerimize kendimiz de pek inanmıyor olmalıyız ki düşük kalan performansımızdan pek fazla hayalkırıklığına da düşmüş görünmüyoruz. Daha fazla çaba göstermeyi caydıran bir “halinden memnuniyet” duygusu adeta yaygın refleksimiz haline gelmiş durumda. Bütün insiyatifi ve sorumluluğu devrettiğimiz devletten beklentimiz de donanımımızı geliştirmesinden, önümüzü açmasından çok bize fazla yük getirmeden mümkün olduğu kadar fazla kaynak dağıtması, refahtan pay vermesi. Böyle olunca devletin politikalarını irdeleme, daha da ötesine geçip değişiklik isteme hakkını da kendimizde görmüyoruz.Yani bir bakıma politika oluşturma ve karar sürecini moda tabirle kapsayıcı olmaktan kendi ellerimizle uzaklaştırmış oluyoruz.
Sorun vasatlık eğiliminin yaygınlığında
Demem o ki sorun bütün bunların bilinmemesinde değil, değişim yönünde kolektif bir arzu ve iradenin ortaya çıkmamasında. Geçen hafta TÜSİAD'da dinlediğimiz Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek'in neredeyse bütün söyledikleri, yılardır bu köşede yazdıklarımızla aynı paraleldeydi. Artık büyüme için yapısal reformlar dışında bir çare olmadığını vurgulamasından enflasyon tehlikesine, kurumsal altyapı kalitesinin, iş yapma kolaylığının, hukuk güvenliğinin, düzenleyici kurumların bağımsızlığının önemine işaret etmesine kadar, bir politikacıda doğal olan ölçülü iyimserlik bir tarafa, her bakımdan hemfikir olduğumuz bir konuşmaydı. Daha önce de çeşitli vesilelerle hükümet yetkililerinden çok isabetli ve vizyoner açıklamalar duymuştuk zaten. Ne var ki, özellikle 2007 sonrasında bu açıklamalar uygulanan politikalarla örtüşmüyor. Onları seçen toplum çeşitli kesimleriyle üzerinde uzlaştığı rasyonel politika taleplerini seslendirmiyorsa, sonuçta önceliği seçmenlerinin, yani toplumun istediğini yapmak olan siyasetçilerden daha fazla şey beklemek gerçekçi mi? Aslında bizde reform paketleri, eylem planları, strateji belgeleri de, başlangıçta olmasa bile zamanla, kapsamlı bir dönüşüm iradesinden çok sıkıntı çekenlere yardım eli görünümü taşır hale geliyor. Bunun nedeni, bana kalırsa, toplumsal dokumuzu yaygın bir şekilde saran vasatlık eğilimi.
İngilizce'de “mediocrity” denilen vasatlık ya da göstereceğimiz performans bağlamında “complacency” denilen mevcutla yetinme iklimi, son tahlilde siyasetçinin göze alacağı değişim rotasını sınırlı tutmasına yol açıyor. Gerçekten de sözgelişi yüksek teknoloji ya da kapsamlı inovasyona yüksek teşvik verilmesi hiçbir kesimi memnun etmiyor, aksine hem kamu hem özel kesim sözcülerinde “Bunlar kolay değil, gerçekçi olup daha olağan nitelikteki yatırımları teşvik etmek gerek” düşüncesinin hakim olduğu hissediliyor. Zaten bilim üretiminin kaynağı olan üniversitelerimizin de çoğunlukla genel lise standardında vasat bir eğitim verdiğini düşünürseniz vasatlık bütün ekosistemin karakteristik özelliği haline geliyor.
Dönüşüm gereğine inanmak
Öte yandan asıl gerçekçi olunması gereken zamanlarda bunu yapmadığımız, sorunlarımızla yüzleşmediğimiz de yakın geçmişten belli. Küresel nitelikteki 2008 krizi bizim suçumuz değildi, zaten nisbeten hafif atlattık, ama 1994'teki krize faize narh koyma fantezisiyle kendimiz yol açmıştık. 2001'de de bankalar sistemine yanlış kurgulanmış müdahalelerin ve sermaye kazançlarına gerçekçi olmayan vergi yaklaşımlarının büyük rolü olmuştu. Reel kesim ile ilgili politikalarda da başımızı bütün işletmeleri ayrımsız ayakta tutma çabasından kaldırıp en önemli yetersizliklerden biri olan ölçek sorununu bir türlü öncelik haline getirmediğimiz de açık.
Yeni eylem planına uygun olarak süratle parlamentoya sevkedilen ve muhtemelen bugün yani salı günü görüşülecek olan Ar-Ge ve inovasyon desteklerinin revizyonu, etkinliklerinin ve kurumsal eşgüdümün artttırılması konusundaki yasa tasarısı da, umarım, genel alışkanlığımıza uygun olarak, sulandırılmaz. Çünkü tasarıda üniversiteleri heyecanlandırıp sanayi ile işbirliğine odaklayacak ya da teknogirişim sermayesi desteğini anlamlı bir düzeye çıkarma gibi ümit veren hükümler gibi Ar-Ge personeli sayısını 15'e düşürme gibi vasatlık tehlikesine ve sulandırmaya açık hükümler de var.Yukarıda belirttiğimiz gibi, bütün iş gerçek bir dönüşümün gereğine ve bunu yapabileceğimize inanıp inanmamakta...