Ne felaket tellallığı, ne de rehavet

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Tünelin sonu hala görünmüyor. Ardı ardına gelişmiş Batı yönetimlerinin açtıkları paketler ne likidite sorununu çözebilmiş, ne de güven bunalımını giderebilmiş değil. Geçen hafta İstanbul'da üç gün boyunca devam  eden Dünya  Ekonomik  Forumu'nun Avrupa ve Asya ile ilgili bölgesel toplantısı, bazı önemli konuşmacıların gelemeyişi dolayısıyla beklenenden sönük geçmesine rağmen, bu güvensizlik ve belirsizliğin dünyanın dört bir yanından gelen katılımcılarda yarattığı şaşkınlığı göstermesi bakımından ilginçti. Ama bence daha da ilginç olan krizin artık finans sistemi sınırlarını aşan ve dünyadaki ekonomik düzenin yeniden şekillenmesine varacak gelişmeleri tetikleyecek olmasının da konuşulmaya ve yazılmaya başlanmasıÖ.

DEF toplantısı ve yeni düzen arayışları

Doğrusunu isterseniz bu köşenin okuyucuları için, küreselleşmenin etkisiyle dünya ekonomisinde ağır ağır ciddi değişiklikler olduğu ve olacağı fikri sürpriz değil. Uzun zamandır sık sık küreselleşmenin tüketicinin egemenliğini pekiştireceğine, üretim merkezlerinin gelişen ülkelere taşınmasının offshoring ve outsoursing şeklinde zaten gerçekleşmekte olduğuna, bundan sonra küresel şirketlerin stratejik fonksiyonlarının da mekan değiştirmesine tanıklık edeceğimize değiniyoruz. Bu yönüyle küreselleşme sürecinin gelişmiş ülkelerden daha çok gelişen ülkelere (diğer bir ifadeyle yükselen pazarlara) yaradığını iddia ediyoruz.

Kendisi de yıl boyunca dünyanın farklı köşelerinde organize edilen pek çok toplantıyla küreselleşmenin yarattığı bir "konferans endüstrisi" haline dönüşen Dünya Ekonomik Forumu'nda konuşulan değişim ise, arka plandaki bu temel eğilimden çok, finans bunalımına sebep olanlar ile bu krizden etkilenenler arasındaki sancılı ilişki ve doğan güvensizlik ortamında Avrasya ve Ortadoğu ülkelerinin kendi aralarındaki diyalog ve işbirliğini nasıl geliştirebilecekleri, hatta bir "şemsiye örgüt" altında sürekli ve stratejik bir ortaklık ya da birlik seçeneğinin mümkün olup olmadığı tartışması etrafında yoğunlaştı. Yeni bir "güç merkezi" oluşturma fikrinin özellikle Ortadoğulu iş çevrelerince batılıları kızdırma pahasına oldukça agresif bir şekilde dile getirilmesi, Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın da oldukça aktif katıldığı diyalogda sadece doğal kaynak zenginliğine dayalı bir birliğin sağlam olmayacağı, ayrıca bölge ülkelerinin sadece batıya değil, birbirlerine de fazla güven duymadıklarını doğrultusunda oluşan genel kabul dolayısıyla tartışmadan somut bir sonuç çıkmasına yetmedi.

Yine de tartışma içeriklerindeki bu değişim, önümüzdeki dönemin ABD, Avrupa, Yükselen Pazarlar ve doğal kaynak zengini ülkeler arasında ilginç bir küresel yönetişim süreci için uzlaşma arayışına sahne olacağını gösteriyor. Türkiye'nin hiçbir zaman azalmayan jeostratejik önemi ve ekonomik potansiyeli ile bu süreçten kazançlı çıkabilmesi, çok basiretli ve özenli bir yönetim becerisi göstermesini gerektiriyor.

Türkiye ne yapmalı?

Türkiye bu krizde hem merkez ülke olmadığı, hem de basit ve sağlam finans sistemi sayesinde varlık değerlerinde büyük darbe yemediği için bir ölçüde şanslı. Bu nedenle felaket tellallığına fazla mahal olmadığı açık. Ne var ki Türkiye'nin zaten kriz öncesinde ciddi bir yapısal dönüşüm ve eylem planı arayışı had safhadaydı, yani durum zaten güllük gülistanlık değildi. Küresel likidite ve kredi hacmindeki daralma, kurlar ve faizler üzerinde yaratacağı yukarı yönlü baskılar ile iç gündemimizin zorluk derecesini artıracaktı; nitekim şimdi olan da budur. Dolayısıyla rehavet içinde davranmamıza da hiç mahal yok.

Önümüzdeki üç aylık süre, ancak likidite krizinin ve bütün fiyatlamaların yeni bir dengeye oturmasına yetecek. Artık başlamış bulunan reel sektör üzerindeki batıda durgunluk, bizde yavaşlama etkisi uzun süre devam edecek. Demek ki çok kısa vade için doğan likidite ve güven bunalımını çözmek, 2009 ve orta vade içinse ekonomiyi canlandırıcı tedbirlere ağırlık vermek öncelik kazanıyor.

Çok kısa vade, yani önümüzdeki üç ay için hükümetin ve Merkez Bankası'nın eş güdümlü ve güveni pekiştirici karar ve eylem paketi uygulaması gerekli ki Merkez Bankası'nın döviz piyasasında aktifleşmesi ve mevduat güvencesinde karar yetkisinin Bakanlar Kurulu'na devriyle bu alanda olumlu adımlar atılmaya başlandı.

Krize yol açan batı dünyasının, doğan hasarın azaltılması ve bozulan güvenin tesisi için devreye soktuğu mekanizmalardan da süratle yararlanmak lazım. Görev alanının krizleri önlemek ve kriz yönetimi konusundaki etkinliğini arttıracak şekilde değiştirilmesi gündemde olan IMF ile bir şekilde uzlaşma sağlanacağı yönünde sinyaller artıyor. Kanaatimizce salt ihtiyati stand-by değil, normal stand-by'ın da, birlikte belirlenecek daha esnek koşullarda, ciddi olarak dikkate alınması ve 2009'da daha da olumsuzlaşabilecek ve enflasyonu azdırmamak için kontrolü gerekecek likidite koşullarında ucuz maliyetli bir kaynak olarak görülmesi doğru olur. Öte yandan ABD Merkez Bankası'nın dört yükselen pazar ülkesine sağladığı döviz takası imkanı da Türkiye'nin değerlendirilmesi gereken bir alternatif. Unutmayalım ki bu aşamada bunları talep etmek zaaf göstergesi değil; batı dünyasının kendi finans sisteminin sağlığı için yükselen pazarlara sunması gereken imkanlar bunlar.

Sorunlar çözülürse fırsatlar da var

Son günlerde "kriz gelirse gereğini yaparız" noktasından "kriz gelmeden önleyici tavır ve eylem" aşamasına geçtiği çeşitli sözcülerinin açıklamalarıyla netleşmeye başlayan hükümetin, kriz yönetimini etkin yürütmesi halinde yeniden şekillenen dünya piyasalarında doğacak fırsatlardan yararlanması da daha kolay olacak.

Bu fırsatlar konusunda da bazı sinyaller ortaya çıkmaya başladı. Uzakdoğu'dan ve Çin'den gelen haberler, eskiden olduğu gibi bol yabancı sermaye akışı ile kamçılanan ucuz ihracatın artık pek mümkün olmadığını gösteriyor; şimdiye kadar gizlenen düşük verimlilik sorunun da açığa çıkması muhtemel.

Körfez ülkelerinin de birikimlerini sağlam ve verimli reel yatırımlarda değerlendirme arayışları yoğunlaşıyor. Bu ülkelerin ve fonlarının artan önemi, dün İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un bu ülkeleri IMF sermayesinde ve yönetiminde aktif olmaya davetiyle bir kez daha tescil edildi. Bu açıdan, Tanıtım ve Destek Ajansı'nın çabalarıyla üç körfez finans kurumunun Türkiye'de yatırım için 6 ila 9 milyar USD ayıracakları doğrultusundaki niyetlerinin bir protokole bağlanması doğru yönde ve sevindirici bir gelişme. Ayrıca bu ülkelerin tercihlerine uygun yatırım enstrümanları üzerindeki çalışmaların yoğunlaştırılması da isabetli.

Kısacası sorunlar artıyor, ama fırsatlar da. Yeter ki dikkatli ve hızlı olalım.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019