Ne bekledim, ne oldu?
Bu yazıya başlarken Merkez Bankası’nın dünkü kritik faiz kararının ne olacağını bilmiyorum. Ama ne olması gerektiğini biliyorum. (Gerçi yazının sonunda gerçekleşen kararla ilgili yorumumu da göreceksiniz. Bu hafta tesadüfen yazı günümle toplantı kararı ile ilgili bir söyleşiye katılımımın çakışması nedeniyle yazının baskıya yetişmesi için yazının ana gövdesini önceden yazmam gerekiyordu. Açıkçası bu kadar önemli bir karar varken de başka bir konuda yazmak abes olacaktı.)
Özellikle yurtdışı kaynaklı bazı analistler geçen seneki büyüme oranına ve de artan enflasyona bakarak Türkiye fazla hızlı büyüdü ve bu nedenle ekonomisi ısınıyor gibi yorumlarda bulunuyorlar. Bu yorumlarda Türkiye ekonomisi “kendi devinimleriyle fazla ısınmış bir duruma gelmiş” gibi bir anlayış var sanki.
Halbuki, Türkiye’de yaşayan herkes biliyor ki, bu külliyen yanlış bir görüş. Türkiye ekonomisi esasen 2014’ün 2. çeyreğinden beri zayıf bir büyüme içerisinde. 2011 başından 2014’ün 1 çeyreğine kadar ortalama yüzde 8.2 büyüyen Türkiye o dönemden 2017 sonuna kadar ortalama yüzde 5.2 büyüdü. “İyi de 5.2 de fena değil, en azından Türkiye’nin uzun vadeli büyüme oranına eşit” denilebilir. Ancak bu büyümenin dahi “hormonlu” bir büyüme olduğunu hatırlatırım. Hormonlu derken sadece maliye politikasındaki gevşemeyi veya KGF kredilerini kastetmiyorum. İstatistiksel hormonlamayı da kastediyorum. (Milli hasılanın revizyonlarla şişirilmesi ve özellikle inşaat sektörü rakamlarının gerçeği olduğundan iyi gösteriyor olması gibi.)
Türkiye’nin fazla ısınmış olduğu tezini çürüten göstergelerden biri de istihdam verileri. Evet, işsizlik oranında bir miktar düşüş var ama bu düşüş 2017’deki yüzde 7.4’lük büyüme oranından beklenecek düzeyde hiç değil. Diğer bir “fazla ısınma göstergesi” olan cari açıkta ise, evet son dönemlerde bir açılma söz konusu. Ancak, enerji ve altın ticaretini dışarıda tuttuğumuzda, açıktaki artışın aşırı bir ısınmaya işaret edici boyutta olmadığı görülüyor. Geçen sene (doğru olarak) yapılan KGF kefaletli kredi dağıtımı ve alınan diğer mali önlemler de ekonomiyi aşırı ısıtan tedbirler değil, sadece donmak üzere olan ekonominin donmasını önleyen anti-frizlerdi. Ancak, şimdi ister istemez bu tedbirlerde de yolun sonuna gelmiş durumdayız.
Bu uzun girizgahı Merkez Bankası’nın faiz artırmasına bazı sektörlerin neden fazlasıyla hassas olduğunu vurgulamak için yazdım. Eğer Türkiye ekonomisi gerçekten aşırı ısınmış olsaydı herhalde kimsenin faiz artışlarına fazla bir itirazı olmazdı, değil mi ama? Ancak, problem şu ki Merkez faiz artırmak zorunda. TL’nin devam eden değer kaybı, emtia fiyatlarındaki artışlar, halen dünyanın para politikasını belirleyici durumda olan Fed’in parasal sıkılaştırmaya devam ediyor olması, beklenenden biraz daha hızlı bir şekilde yükselen ABD tahvil getirileri ve artan enflasyon beklentileri (daha nisan ayından yılsonu beklentisi iki haneye çıkmış durumda) TL faizlerin artırılmasını mecbur kılmakta. Sonuç olarak, bugün yüzde 12.75 olan GLP’de 50 baz puanlık bir artış bekliyorum. Bu yeterli mi, derseniz, hayır bence değil. Ama MB’nin daha fazlasını yapmaya da cesareti olmadığını düşünüyorum.
*****************
Evet, MB kararı belli olmuş durumda. Ben ise yukarıdaki metnin virgülüne bile dokunmadım. Gerçekleşme beklentimin üstünde, 75 baz puan oldu. Cesur sayılabilecek, ancak doğru bir karar. Her ne kadar ilk tepkiler TL’nin değerlenmesi yönünde olmadıysa da, bunu bir ölçüde çapraz kur hareketleriyle ve döviz alımı bekleyen emirlerin çalışmasıyla açıklamak mümkün. Orta vadede ise MB’nın hem gelecek aylardaki enflasyon gelişmelerine, hem de seçimlerin yaklaşmasıyla oluşacak piyasa volatilitelerine karşı doğru pozisyon aldığı kanaatindeyim.