Nasıl oluyor da oluyor? Finansal krizler -3
Finansal krizlerin nedenlerini açıklamaya çalışan kuramlara değiniyordum. Bugün ikinci kuşak modellere ilişkin birkaç noktayı daha ele alacağım. Birinci kuşak modellerde, spekülatörlerin ellerindeki yerli para cinsinden mali varlıkları satıp elde ettikleri yerli parayı dövize çevirmek üzere atağa geçtikleri zaman, yani 'dövize hücum zamanı' belliydi. Modelin bu özelliği çok da inandırıcı değildi. Gerçek hayatta krizlerin ne zaman çıkacağını kestirmek mümkün değil. Olsa olsa bir ülkenin krize olan hassasiyetinin arttığını belirleyebiliyoruz. Ama krizin zamanını kestirmek gelişmiş bir müneccimlik yeteneği gerektiriyor.
İkinci kuşak modellerde krizin zamanlamasını kestirmek mümkün değil. İkinci kuşak modellere bu nedenle 'güneşteki leke' modelleri de deniliyor. Bu lekelerdeki değişiklikler, insanların psikolojilerini değiştiriyor olabilir mesela. Ya da başka bir ülkede kriz çıkıyor, 'bizim ülkeye' de bulaşıyor. Ama bulaşıcılık açıklamaları yine temel soruyu 'es' geçiyorlar. Bulaştıran ülkede 'neden' tam da o anda kriz çıktı? Bu sorunun yanıtı yine yok.
Peki, parasına karşı hücum edilen ülkenin yetkilileri neye göre para birimlerini dalgalanmaya bırakıyorlar? Birinci kuşak modellere göre çalışan ekonomilerde, bu sorunun yanıtı belli: Döviz rezervi bitince ya da belli bir eşiğin altına düşünce gerçekleşiyor devalüasyon. Peki, burada bu karar nasıl veriliyor?
Teknik olarak bu karar verme süreci şöyle: "Devalüasyon mu, yoksa sabit kurla devam mı?" kararını verecek otoriteye 'karar verici' diyelim. Bu karar vericinin hoşlanmadığı bazı unsurlar var. Mesela, enflasyondan hoşlanmıyor. Enflasyonun mümkün olduğu kadar az olmasını istiyor. İşsizlik oranının yükselmesi de onu rahatsız ediyor. Bu hoşnutsuzluk, zevk olsun diye ortaya çıkmıyor. Toplumsal açıdan hem yüksek enflasyonun, hem de yüksek işsizlik düzeyinin istenilir bir şey olmadığını düşünüyor karar verici.
Ne yazık ki bazı koşullarda bu ikisini istediği düzeyde tutamıyor; biri lehine diğer isteğinden ödün veriyor. Mesela şöyle düşünebilirsiniz; o ülkenin parası değerlenmiş olabilir, dolayısıyla dışarıya sattığı malların yabancı para birimleri cinsinden fiyatı artmıştır. Bu durumda bu ülke dışarıya mal satmakta zorlanmaya başlamıştır. İhracat üzerindeki bu olumsuz baskı, daha az üretim ve daha az istihdam demek elbette.
Bu durumda hükümet iki seçenekle karşı karşıya: Ya sabit kuru terk edip enflasyonun artmasına katlanacak. Ya da sabit kuru koruyup işsizliğin yükselmesini seyredecek. Ek olarak sabit kuru terk etmesinin bir de saygınlık kaybı maliyeti var. Karar verici kuru sabit tutma sözünü tutmadığı için güvenilirliğini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya. Bu da enflasyona ek bir maliyet onun için. Bu maliyeti küçümsememek gerekir. Türkiye'nin geçmişinde devalüasyon sonrası seçim kaybeden hükümet çok.
Dolayısıyla bu iki maliyeti karşılaştırıyor karar verici. Hangisi azsa o seçenekte karar kılıyor. Dolayısıyla, karar alıcının bir karar alma modeli var. Bu modelin işleyişini biliyor ekonomik birimler. Bazı gelişmeler karar alıcının sabit kuru terk edeceği bekleyişlerini yaygınlaştırıyor. Bu yaygınlık sabit kuru korumanın maliyetini yükseltiyor. Karar alıcı bu durumda daha az maliyetli yolu seçiyor ve devalüasyona gidiyor.
Bu tür çalışan ekonomilerin ortak bir özelliği var: Bu ekonomilerde birden fazla denge bulunuyor. Kısaca şu: Spekülatif hareketlerin yokluğunda mevcut kur rejimi sorunsuz devam edecek. Bu, iyi denge. Kötü dengeye ise spekülatif atak sonucunda gidiliyor; kur sistemi çöküyor.
Yukarıda özetlediğim ikinci kuşak kriz modeli 1997'de Asya'da patlak veren krizi açıklamakta yetersiz kalıyor. 1997 ortasında Tayland'da kriz patlak veriyor. Hızla dört Asya ülkesine; Kore, Endonezya, Malezya ve Filipinlere sıçrıyor. Kriz 1998'de de sürüyor. Krizden önce bu ülkelerde yüksek düzeyde işsizlik yok. Dolayısıyla işsizlikle sabit kuru korumak arasında bir tercih yapmaları gerekmiyor. Dahası, krizle birlikte ekonomileri çarpıcı biçimde daralıyor bu ülkelerin. Oysa ikinci kuşak modellerdeki gibi olsa, hükümet devalüasyona gitmeyi tercih ederek ekonomik büyümenin üzerindeki büyük baskıyı kaldırmış olacak.
Asya krizi, birinci kuşak modellerle açıklanacak gibi değil. Bu ülkelerin bazılarında kamu bütçesi fazla veriyor. Mesela 1996 yılında Kore ve Tayland bu durumda, Endonezya'nın bütçesi ise denk. Diğer ikisindeki açık ise çok düşük düzeyde: GSYH'nin yüzde 0,5'i kadar.
İktisatçılar yine durumdan vazife çıkarıp çalışmışlar. Ortaya çok önemli modeller çıkıyor böylelikle. Bu modeller özellikle 2007'de başlayan küresel finansal krizin nedenlerini anlayabilmek için de hayati öneme sahipler. Üçüncü kuşak kriz modelleri diye adlandırılıyorlar ve temelde şirketler kesiminin ve finansal kesimin bilanço yapısındaki bozukluklara dayanıyorlar. Sürdüreceğim.