Nasıl oluyor da oluyor? Büyüme (3)
'Nasıl oluyor da oluyor?' dizisinin 'büyüme' bölümünün üçüncü yazısında sıra. Önce çok kısa bir özet.
İki temel gözleme değinmiştim. Birincisi, ülkeler arasında önemli gelir farkları vardı. İkincisi, bazı ülkeler zenginlerle aralarındaki farkları kapatırken, bazı ülkeler bunu başaramamışlardı. Büyüme kuramı çerçevesinde geliştirilen modeller, ülkeler arasındaki gelir farklılıklarını teknoloji ve işgücünün eğitim (beceri) düzeylerindeki, sermaye stokundaki ve tasarruf oranlarındaki farklılıklarla açıklıyorlar. Peki, neden bazı ülkeler sermaye stoklarını ve tasarruf oranlarını artıramadı, teknolojilerini yenileyemedi, iş yapma biçimlerini değiştiremedi, eğitimi yaygınlaştırıp kalitesini yükseltemedi?
Dört olası temel neden var: Coğrafi farklılıklar, kültürel farklılıklar, şans faktörü ve kurumsal yapı farklılıkları. Yapılan çalışmalar bu nedenler arasında kurumsal yapıdaki farklılıkları ön plana çıkarıyorlar. Son yazımı "Hangi kurumlar?" sorusuyla bitirmiştim. Bugün bu soruyu, bu konuda yapılan çalışmalara dayanarak yanıtlamaya çalışacağım.
Birkaç soru daha sorayım: Daha hızlı ve sürdürülebilir bir şekilde büyümek için ne tür kurumlar oluşturmak gerekiyor? Bu oluşum çok hızlı mı olmalı? Açık ki bu sorular önemli sorular. Dani Rodrik 'hangi kurumlar?' sorusuna yanıt ararken (Tek Ekonomi Çok Reçete, Eflatun yayınevi, 2009) kurumları gruplara ayırıyor.
İlk grupta 'mülkiyet hakları' var. Ülkelerin istikrarlı bir şekilde büyüyebilmeleri için hem yasal çerçeve olarak, hem de uygulamada mülkiyet haklarını en üst düzeyde gözetiyor olmaları gerektiğinin altını çiziyor. Nedeni açık: Çabanızın karşılığını almalısınız. Çabanız sonucunda elde ettiğiniz getiriler üzerinde söz hakkınız yoksa, onları kontrol edemiyorsanız, neden sermaye biriktiresiniz, yenilik yapasınız?
İkinci grupta 'düzenleyici kurumlar' var. Mesela rekabete aykırı davranışları engelleyecek kurumlar oluşturmak gerekiyor. Ya da son küresel krizde gördüğümüz gibi finansal sektörün ileride herkesin başına bela olacak şekilde sorumsuzca risk almasını engelleyen bir kurumsal çerçeveye ihtiyaç var. Üçüncü grupta 'makroekonomik istikrara ilişkin kurumlar' geliyor. Para politikasını yürütmekle sorumlu olan merkez bankalarının yapısı nasıl olacak, nasıl çalışacaklar? Maliye politikası nasıl bir yapıda yürütülecek?
'Sosyal güvenlik kurumları' dördüncü grubu oluşturuyor. Piyasa ekonomisi geliştikçe geleneksel yapı değişiyor; aile içi dayanışma artık yeterli olmuyor. İşsizlik ve yoksulluktan doğan riskleri azaltıcı mekanizmalar tasarlamak gerekiyor. Mesela ne tür transfer politikaları izlenecek? Beşinci grupta 'çatışma yöntemi kurumları' var: Hukukun egemenliği, yargının en üst kalitede olması, temsile dayalı siyasi kurumlar, bağımsız sendikalar, serbest seçimler, azınlık haklarını koruyucu kurumlar.
Peki, her ülke için 'tek tip' kurumsal yapı mı? Şüphesiz değil. Zaten kitabın ismi de bu gerçeğin altını çiziyor: 'Tek Ekonomi, Çok Reçete'. Ülkelerin özgül koşullarına göre tasarlamak gerekiyor kurumları. Başarılı olmuş ülkeler birbirlerinden farklı yollar izlemişler, kurumlarını farklı biçimde oluşturmuşlar.
Potansiyel büyüme hızımızın yüzde 4.5 dolaylarında olduğunu bu dizinin ilk yazısında belirtmiştim. Gelişmiş ülkelerle aramızdaki gelir farklılığının, 1980'den bu yana, neredeyse değişmeden kaldığının da altını çizmiştim. Demek ki yüzde 4.5 dolaylarında bir büyüme gelişmişlere yaklaşmak için Türkiye'ye yetmiyor. Potansiyel büyüme hızımızın artması gerekiyor.
Bu dizinin büyüme bölümündeki ilk iki yazı ve yukarıda anlatılanlar bu işin hiç de kolay olmadığını gösteriyor. Tüm sorunlu alanlara aynı anda el atamayacağımıza göre tutarlı bir reform çerçevesi oluşturmamız gerekiyor. Gelecek yazıda bu konuyu tartışacağım.