Multi medya ortamında Amerika ve Türkiye'de "gazetecilik"
Türk basınında bugünlerde "gazetecilik" tartışmasının öne çıktığını görüyoruz. Bazı kalemler 1960'lardaki gazeteciliği özlemle yad edip överken bazıları "post modern" gazeteciliği baş tacı ediyor. Günümüz medya ortamında "yeni gazetecilik" tartışılırken "haberin önemi" bile sorgulanıyor. O arada "The New York Times" ve "The Wall Street Journal" gibi gazetelerden kendi tezlerini destekleyici örnekler veriliyor; ancak bu örneklemelerde bazı eksikler ve yorum hataları da görüyoruz. Bu da daha çok, yaşanan gerçekliği kendi gazetecilik görüşüne uygun yönleriyle vitrine getirme kaygısından kaynaklanıyor.
Bugün başta bütün Amerikan basınının buluştuğu bir gerçekte uzlaşmak gerekiyor: Yazılı basının acilen "değişme" ihtiyacı var. Başkan Obama'nın da seçim kampanyasında devamlı olarak vurguladığı "hemen simdi" sloganı, yazılı basın için çok önemli.
Yanlış anlaşılmaya yer vermemek için, medya dünyasının görüş birliğine vardığı gerçekleri önceden açıkça özetleyelim:
Basılı gazeteler azalacak ve süreç içinde artan maliyetler nedeniyle önemli oranda birer birer kapanacak. Kapanma süreci, Bazı ülkelerde daha uzun yaşanacak. Buna karşılık gazetelerin içeriği (content) daha fazla önem kazanacak. internetteki web sitelerinin de, tüketicilerin de gerçek anlamdaki bilgilendirici habere olan ihtiyaçları giderek artacak.
Bu bakımdan gazetecilik "kesinlikle" ölmeyecek, aksine daha önemli olacak. Değişecek olan, gazeteciliğin özü değil, şeklinden ve haberlerin sunumundan ibaret.
İşte bu çerçevede, gazetelerin yıllardan beri değişikliğe uğramamış, köhnemiş modellerinin süratle yenilenerek günün koşullarına uydurulması gerekiyor.
Okur, medyada var olmak istiyor
Bugünün okuyucusu "katılımcı" olmak istiyor. Kendi fikirlerinin de, önümüzdeki dönemde hayatiyetlerini birer multi medya platformuna dönüştürerek sürdürecek gazetelerin web sitelerinde yayınlanmasını arzu ediyor. Editörlerin seçip sunduğu haberlerin oluşturduğu "tek tip" gazetenin dışına çıkmak istiyor. Gazeteye bağımlı olmaktan çok, yeni iletişim teknolojilerinin sağladığı olanakları değerlendirerek olayların içinde yer alıp katkısını yansıtmayı arzuluyor.
Atlantik ötesinde bugün yaşanmakta olan gerçeklerin penceresinden ülkemiz medyasına bakarak şu hususun altını çizebiliriz: Eğer okuyucu profilindeki değişim ve internetin kazandığı önem, gazete yöneticileri ve editörler tarafından bu denli gecikilmeden hissedilip multi medya platformunun gerekleri etkin biçimde yerine getirilseydi, bugün Türk basını da çok daha ileri bir seviyede olurdu.
Gazetelerin hayatiyeti, önce habere bağlı
Yeni gazeteciliğin en önemli unsuru, iyi araştırılmış, iyi yazılmış, değişik kesimlerden okuyucuların isteklerine cevap veren haber ve röportajlardır. Haberler, hiç kuşkusuz bugün olduğu gibi yarın da, multi medya gruplarının ayakta kalmasını sağlayacak.
Magazin konusu on yıldan beri birçok ülkede, özellikle kitle gazetelerinde farklı boyutlarıyla denendi. Görünen o ki, cankurtaran olarak magazine, dedikodu, yeme-içme, moda haberlerine sarılarak bir gazetenin yaşaması mümkün olamayacak.
Bir örnek olarak, Türkiye'de birçok gazetenin gıpta ile baktığı Almanya'daki "Bild" gazetesi iyi etüt edilirse, bu gazeteyi de yüksek tirajına ulaştıran ana unsurun çok "yoğun" kullanılan, iyi yazılıp hantallıktan, tekrarlardan kurtarılmış ve özel olma niteliği yüksek "haberler" olduğu görülür. Tarzını beğenin veya beğenmeyin "Bild", deyimin tam anlamıyla "haberci" bir gazetedir.
1960'ların gazeteciliği tartışmasına gelince... Her dönemi elbette kendi koşulları içinde değerlendirmek doğru olur. Bir kere o yıllarda Türkiye'de radyo ve gazetelerin dışında haber aracı yoktu... Nerede kaldı ki internet?!
İki çok farklı dönemin gazeteciliğini karsılaştırmak, pek de sağlıklı olmayabilir; ama "gazetecilik duygusu" ve o duygunun toplumsal yaşama sağlayacağı katkı açısından analizler yapmakta pek sakınca olmamalı: Ne dersiniz, bugünkü basın hayatımızda gelişmiş teknolojiyi aynı oranda toplumsal faydaya dönüştürebiliyor muyuz?
Bizim de gazetecilik yaparak tanıklık ettiğimiz söz konusu dönemin mesleki çalışma şartları gerçekten de ağırdı; o günleri yaşayanların bildiği gibi, bir telefon bağlatmak
bile, hele Türkiye dışından bağlantı kuracaksanız, uzun saatler alıyordu. Henüz faks icat olunmamıştı ve bugünkü görüntülü seyyar telefonlar hiçbir muhayyilenin kapsama
alanına girmiyordu.
O günlerin gazetecileri daha "amatör" ruhla çalıştıklarından, verecekleri "atlatma" haberlerle on plana çıkmanın yoğun mücadelesi içindeydi. Haber ajansları da bu kadar yaygınlaşmamıştı ve gazeteler kendi özel haberleriyle okur karşısına çıkmaya gayret ederdi.
Tek kare fotoğraf geçmek için ömür törpülemek
Özellikle Türkiye dışındaki spor karşılaşmalarıyla ilgili fotoğrafları gazeteye ulaştırmak başlı başına bir dertti. Türkiye'nin dışarı ile irtibatını sağlayan bir tek telefoto hattı vardı ve bağlanması ömür törpüsüydü; telefoto başında bir kare siyah-beyaz fotoğraf geçeceğim diye dokuz doğururdunuz.
Bu yüzden o dönemin gazetecileri, sürekli yeni bir şeyler aramak, farklı yollar keşfetmek ihtiyacını duyuyorlardı.
O dönemde Hürriyet-Milliyet-Tercüman gazetelerinin spor servisleri arasında kıyasıya bir rekabet vardı. Bu ezeli rekabet dış ülkelerde yapılan müsabakalarda çok ciddi boyutlara ulaşıyordu.
Milliyet'te rahmetli Namık Sevik, Tercüman'da Allah uzun ömürler versin Necmi Tanyolaç ve Hürriyet'te rahmetli Samim Var, haber atlamamak için müthiş titizlik gösteriyordu.
Hey gidi günler!.. Yıllar önce, Fenerbahçe'nin Amsterdam Olimpiyat Stadı'nda oynadığı maçta, ilk defa basın tribününe teleks cihazını koydurtmuş ve devamlı açık tutarak Hürriyet'in İstanbul merkeziyle bağlantıyı kesintisiz sağlayıp maçın detaylarını, soyunma odalarını anında aktarmıştık.
1968'in Kasım ayındaki Fenerbahçe'nin 2-0 yenildiği Ajax maçına dönersek, o günlerde Amsterdam ile İstanbul arasında günlük uçak bağlantısı yoktu. Karşılaşmanın fotoğraflarının zarfla İstanbul'a gönderilmesi gerekiyordu. Her ne kadar Hollanda'daki ANP ajansı ile anlaşmış maçın iki fotoğrafını onların telefotosu ile İstanbul'a aktarmıştık ama kalanları da gecikmeden ulaştırabilmenin bir yolunu bulmalıydık.
Eski günlerden bir "atlatma gazetecilik"
Maçtan önce Amsterdan Schiphol Havaalanı'na gidip uçak durumunu incelerken, karsılaşmanın oynanacağı gece Endonezya'nın Garuda Havayolları'na ait bir kargo uçağının yakıt ikmali için İstanbul'a ineceğini öğrenmiştim. Garuda'nın kargo müdürü futbol sevdalısı biriydi ve o nedenle bizim zarfı göndermesi konusunda kendisini ikna etmem zor olmadı. Zarfı uçağın pilotu, İstanbul'da o zamanki Yeşilköy Havaalanı'nda Hürriyet muhabirine vermeyi kabul etmişti.
Maçtan hemen sonra, fotoğraflarla dolu zarfı taksiyle alana oturup Garuda'ya teslim ettim. Böylece Hürriyet'in zarfı geceden yerine ulaşmış oldu.
Ertesi sabah, göz gözü görmüyor; kesif sis nedeniyle İstanbul seferi iptal! Milliyet ve Tercüman'ın spor servisleri, bu sıkıntılı duruma rağmen, nasıl olsa hiçbir gazetenin
zarfı İstanbul'a ulaşamayacak diye rahattı.
Rembrandtsplein'de kaldığımız otelde, sabah kıyamet koptu! Maçın fotoğrafları sadece Hürriyet'te yayınlanmış ve diğer gazeteler ayağa kalkmıştı. Rahmetli Namık Sevik'in bana "Be kardeşim, sen bunu bize nasıl yaparsın?" diye çıkışmasını unutamamam.
O günlerin şartları buydu... Bugün bunları, bir düğmeye basarak dünyanın her yanına yazı/ fotoğraf/ sayfa aktaran genç bir muhabire anlatsanız, herhalde kolay kolay
anlayamaz.
Bu bakımdan, o günlerin gazeteciliği daha iyiydi, hayır modası geçmiştir diye tartışmadan önce, şartları masaya yatırmak gerekiyor.
Bilgiye kolayca ulaşan okura ne veriliyor
kaldı ki, 1960'lı yılların okuyucusu ile günümüzdekini karşılaştırmak dahi yanlış olmaz mı?
O günlerde Türkiye'de kaç kişi yabancı dil bilirdi? Bugün yüz binlerce genç gayet güzel İngilizce konuşuyor, Wikipedia'dan ve envai çeşit web sitelerinden istediği bilgileri alıyor. Eğer örneğin diğer ülkelerin mutfağını, şaraplarını merak ediyorsa, ilgili web sitelerinden
her bilgiyi edinme imkanına sahip.
Yarınları düşünelim... Basılı gazeteler, bugünkü içerikleriyle bu okuyuculara dedikodunun dışında ne verebilir?
Sabah satın aldıkları gazete, zaten 12 saat öncesinin, bazen 24 saat öncesinin "bayat" haberleriyle dolu. Bir de gazetenin en değerli köşelerinde kimi yazarların hayatın
realitelerinden kopuk, hiçbir araştırmaya veya bilgiye dayanmayan "ahkam kesme"lerini, birbirlerine sataşmalarını, çözüm göstermeden her şeyi tenkit etmelerini mi okuyacak?
Daha doğrusu, dünyayı multi medya aracılığıyla yakından izleyen eğitimli okuyucu, gazeteyi hangi nedenle ilgi duyup da satın alacak? Bugünkü okuyuculardan A ve B
grubundaki önemli bölümünün, gazetelerdeki çoğu yazarın seviyesini çoktan aştığını görmeyecek miyiz? O okurlara acaba hangi uzmanlaşmayla ne veriyoruz?
Hürriyet, 1969 yılında 1 milyonluk tiraja ulaşmıştı. O günlerdeki Türkiye'nin nüfusunu bir düşünün... Bir de bugünkü 72 milyonluk nüfusumuza ve tirajlarımıza bakın...
500 bini aşamayan tirajlarla yetinmek durumunda kalınmasının, "gazetecilik" ile ilgili nedenlerinin de olması gerekmiyor mu?
Türkiye'deki tartışmalarda, "The New York Times "ile" The Wall Street Journal" üzerinde çok durulduğunu görüyoruz. Ama değerlendirmelerin doğru ölçütler üzerinden yapıldığından kuşkuluyuz. O gazetelerin multi medya olanaklarını nasıl kullandıkları, habere ve okura
yaklaşımları, yazarlarının hangi konuları işledikleri gibi hususlar sanki biraz göz ardı ediliyor. Rupert Murdoch, The Wall Street Journal'i satın aldıktan sonra, web sitesinin bir
milyon abonesini ve yarının gazeteciliğinin internette olduğunu göz önünde tutarak, yazıişleri kadrosu ile web sitesini hazırlayanları koordine bir şekilde aynı masa etrafında çalışmaya mecbur etti. Çünkü, geleceği görebiliyordu ve ona göre geleneksel yazılı basının
tek başına yaşama şansı kaybolmuştu.
Bizdeki kadar çok ve atışmalı köşe yazısı yok
Gelelim Türkiye'de çok popüler olan köşe yazıları konusuna...
Bugün, Türk basınındaki kadar köşe yazarı barındıran bir gazeteyi dünyanın "hiçbir" yerinde bulamazsınız. Gerçekten de, köşe yazıları ve magazin unsuru bu kadar önemli olsaydı,
bütün dünyada gazetelerin işi kolaydı; gazetecilik zahmetine girilmeden, makaleler ve magazinle doldurulmuş gazeteler yapılıp kolayca tiraj rekorları kırılmaz mıydı?!
The Wall Street Journal ile patronu Rupert Murdoch'un yıpratıp satın almayı hedeflediği The New York Times'ın kadrolu yazarlarının sayısı, Türkiye'dekilere kıyasla çok düşük.
Ayrıca yazarların öyle "parsellenmiş" gibi günlük köşeleri de yok; çoğunlukla haftada iki defa yazabiliyorlar. Çünkü yazmak için önce araştıracaklar, çünkü düşünecekler;
başmakalenin dışında, her gün yazmak, biraz da işi hafife almak gibi olmuyor mu?
Bu iki gazetenin çizgisi, politik duruşu da çok net şekilde ortada.
The New York Times'in Demokratlar'ı tutan "liberal" çizgisi ve The Wall Street Journal'in Cumhuriyetçiler'i tutan "muhafazakar" eğilimi, bilinen bir gerçek...
The New York Times'ın önde gelen kadrolu yazarları Thomas Friedman, Maureen Dowd, Nobel Ödülü almış olan Paul Krugman, Frank Rich, Nicholas Kristof, David Brooks ile Bob Herbert'ın biribirleriyle kavga ettiklerini, biribirlerine laf attıklarını görmek mümkün değil.
Her iki gazetede de, kadrolu olmayıp da davet üzerine yazan yazarların kimliği, yazının altında belirtilirken onların kendi fikirlerini savundukları, bu fikirlerin gazeteyi
bağlamayacağı özenle vurgulanır.
Bunun yanında, Amerika'da da, Avrupa'da da genelde gazetelerle yazarların politik çizgileri birbiriyle çelişmez. Her telden çalan yazarlar olmaz. Gazete de yazarları da
muhafazakarsa muhafazakardır, liberalse liberaldir, soldaysa soldadır; biri orada öteki
burada değildir.
Galiba evet, biz bize benziyoruz; ama örnekleme yaparken bari başkalarını da kendimize benzetmeyelim!
Günümüz koşullarında, magazin mi, araştırma mı?
Popüler kitle gazetelerinin magazine kaymaları yeni bir olay değil. On yıl kadar önce, dönemin Türkiye Gazete Sahipleri Birliği Genel Sekreteri rahmetli Ömer Ersöz'un daveti üzerine İstanbul'a gelmiş olan, IFRA'nın o yıllardaki CEO'su Guenter Boettcher, İletişim Fakültesi'nde Prof. Nükhet Güz'ün isteği üzerine bir konferans vermişti.
Yakın dostumuz Boettcher, o konuşmasında popüler gazetelerin magazine doğru kaydıklarını, çünkü okuyucuların gazete okumaya vakit ayırmadıklarını ve
dedikodulu haberleri tercih ettiklerini belirtmişti.
O günlerde internet henüz yaygın değildi ve bugünkü gibi meraklısına her konuyu sunamıyordu.
Günümüzde ise Amerika, Avrupa, Hindistan ve Dubai'deki ciddi kitle gazeteleri içinde magazini ön plana almış "tek" bir örnek bulmak mümkün değil.
Sadece Türkiye'de büyük tirajlı gazeteler, haber ve röportaj unsurlarını ikinci, üçüncü plana atarak sayfaları magazin bile denemeyecek kalitesiz Bazı "yazılı fotoğraflar" ve havadan sudan "ünlü" söyleşileri ile doldururken bu yönelimi A ve B grubu okuyucular için tercih ettiklerini de öne sürüyorlar.
Gelir düzeyi yüksek A ve B grubu okuyucularının bir gazeteden neler bekledikleri ise sağlıklı biçimde araştırılmıyor. Oysa örneğin günümüz Amerikan ve İngiliz
gazeteciliğinde, multi medya ortamında "araştırmacı" gazeteciliğin giderek önem kazanacağı öngörülüyor.