Modeller
Okurlar boşuna heyecanlanmasın. Magazin basınında görmeğe doyamadığımız güzel, süper, çekici vs. modellerden bahsetmeyeceğim. Model deyince bazı okurların ense tüyleri havalanabilir. “Hoca yine akademik bir konuya girecek herhalde” diyebilirler. Bu akademik lafını hiç sevmediğimi kaç kere yazdım bilmiyorum ama yine yazayım. Anlaşılması güç olan, anlayınca ne olacağına karar veremediğiniz şeylere akademik demek yerine ezoterik deyin lütfen.
Modeller veya literatürdeki adıyla paradigmalar hayatımızın her safhasını, kararlarımızı, kararsızlıklarımızı düzenlerler. Paradigmasız kavram, paradigma sahibi olmayan insan yoktur. Kimi paradigmalarına büyük bir disiplinle ve sıfır tavizle sadık kalır kimi kalmaz. Aradaki fark bu kadardır. Tüm sıfatlar paradigmalar tarafından tanımlanırlar. Bu paradigmaların kimi çok detaylıdır kimi daha genel. Ama varlardır ve kişiden kişiye bazen büyük farklılıklar gösterirler.
Birde sıfatların değil iş görmenin modelleri vardır. İşletmelerin, sektörlerin, kurumların hatta ülkelerin paradigmaları vardır. Her patronun ‘başarılı’ işletme nasıl oluru tanımlayan bir paradigması vardır. Bu paradigmaların çoğu yazılı değillerdir. Uygulamalardan çıkarırsınız. Makro seviyede komünizm, sosyalizm, kapitalizm paradigma örnekleridir. Bu nedenle ülkelerin, sektörlerin ve işletmelerin başarıları ve başarısızlıkları paradigmalarla belirlenir ve onlarla tanımlanırlar.
Bu modellere bir örnek olarak sizlerle Almanya ve Türkiye’nin bir küçük karşılaştırmasını yapmak istiyorum. INSEAD’ın 2015 yenilikçilik değerlendirmesinde Türkiye 0.59 puanla 79 ülke arasında elli sekizinci sıraya oturmuş. 79 kriter kullanılarak yapılan sıralamada İsviçre 68 puanla birinci, Almanya 57 puanla on ikinci. Türkiye gibi dünyanın ekonomik büyüklük açısından 16. ekonomisi olduğu ileri sürülen bir ülkenin bir çok ekonominin altında kalması dikkat çekicidir. Hemen moralinizi bozup “Zaten biz pek de yaratıcı bir kültüre sahip değiliz” veya “Efendim bizde girişimcilik çok zor zaten” gibilerinden klişeler kullanmadan bu sıralamada kullanılan kriterlerin hemen tamamının kurumsal yapı ve olanak ölçüsünde objektif değişkenlerden oluştuğunu hatırlatayım. Bu ölçütlere göre dünyanın 16. ekonomisi yenilikçilik konusunda oldukça geride kalmış. Bunun nedeni insanımızın yenilikçilik yeteneği eksikliğinden değil model eksikliğinden veya yanlışlığından.
Bu konuya yerimizin müsaadesi oranında değineceğim. ABD’de model tahmin edebileceğiniz gibi, üniversite-özel sektör modelidir. Dünya çapında sporculardan tıbbi buluşlara kadar hemen tüm buluşlar ya üniversitelerden, veya özel sektörün, istisnai de olsa bazen bireylerin R&G çalışmalarından veya bu ikisinin iş birliğinden doğarlar. Bu paradigma yenilikçiliği, her şeyi bıraktığı gibi kişisel inisiyatife bırakmış, kurumsallaştırmaya uğraşmamıştır.
Her ülkenin paradigması böyle değil. Sözgelimi Almanya’da bu tür hemen her şey kurumsallaştırılmıştır. Spor kurumlara bırakılmıştır. Yenilikçilik de kurumlar aracılığı ile yürütülür. Türkiye’yi yönetenler bu model işine ne kadar kafa yoruyorlar bilemiyorum ama Türkiye ‘kurumsal’ paradigmalar geleneğini yerleştirmeye çalışan bir ülkeydi, hâlâ da öyledir. Söz gelimi, Cumhuriyetin kuruluşuyla her şeye hemen sıfırdan başlayan Türkiye, İktisadi Kamu Kuruluşları'nın hepsini spor kulüpleri kurmaya zorlayarak ülkede olimpik sporlar konusunda kurumsallaşmanın ilk adımlarını atmıştır.
Yenilikçilik konusunu da kurumsallaştırmak için TÜBİTAK 1963 Yılında Türkiye’de planlı ekonomi döneminin başlangıcında, Almanya’nın Fraunhofer-Gesellschaft enstitüsü ise Federal Almanya’nın kuruluşu ile aynı zamanda 1949 yılında kuruldular.
2015 yılında TÜBİTAK’dan on beş yıl büyük olan Fraunhofer üç kişi ile başladığı çalışmalarına 24 Bin kişi çalıştıran ve iş hacmi 2.1 Milyar euronun üstünde olan bir kurum olarak devam ediyor. İki milyar euronun 1.9 milyar eurosu kurumun aldığı araştırma işlerinden getirisi. Bunun AB ve Alman devletinin araştırmalar için kontrat ücreti olarak verilen kısmı 500 Milyon euro. Bu paralar Fraunhofer’i mali olarak desteklemek için verilmiyor. Belli sorunlar üzerinde çözüm bulsunlar diye veriliyor. Fraunhofer 300 miyon euroyu lisans hakkı ve uluslararası kontratlardan elde ediyor. Kurumun uluslararası lisans gelirleri 140 milyon euro. Kurum 2015 yılında beş yüzü aşkın patent aldı. Ve dünyadaki ilk 100 yenilikçi (kişi ve tüm kurumlar dahil) arasına girdi.
On beş yaş genç TÜBİTAK’ın bütçesi 640 milyon evro kadar. Bunun 500 milyonu ‘bağış, yardım ve diğer gelirler’ olarak gösterilmiş. Mal ve hizmet geliri olarak gösterilen miktar 120 milyon euro.
Eğer Almanya’ya yolunuz düşerse Fraunhofer’e bir uğramanızı öneririm. Ben gittim. Tesadüf ya taksi şoförüm Türk’tü, yolu sorduğum temizlik işçileri de Türk’tü. Kurumun basın danışmanı da Türk asıllı bir hanımefendidir.
İki paradigma ikisi de aynı. İki kurumsal model. Biri öbüründen 15 yaş daha deneyimli. Aradaki fark Fraunhofer’in becerisi mi? Deneyim mi? İkisi de değil.
Bu modelin çalışabilmesi kuruma gelen araştırma / yenilik sorularına (arif soru) ve kurumun çözüm becerilerine (arif cevap) bağlıdır. Yani söyleyen arif gerek ama soran söyleyenden arif gerektir. Bu sözün ne demek olduğunu haftaya tartışırız.
Sağlıcakla kalın.
(*) Özellikle eski Yunan okullarında, yalnız okul içinde, okulun kendi öğrencileriyle sürdürülen, kapalı, gizli öğretim ile belirli bir insan topluluğunun dışında kimseye bildirilmeyen, yalnızca sınırlı, dar bir çevreye aktarılan her türlü bilgi, öğreti vb.’ye ezoterik denilir. Yani az sayıda kimsenin anladığı, bildiği şey demektir.