Mısır dramından dersler

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

 

Gençliğini ve ilk meslek yıllarını 80'ler öncesinde yaşayan biri olarak, sonraki kuşakların dünyaya açıklık ve bilgiye erişim açısından sahip oldukları imkanlara hep imrenmişimdir. Hele 90'lar sonrasında yaygınlaşan ve geçtiğimiz on yılda baş döndürücü bir hıza ulaşan iletişim teknolojilerinin insana herhangi bir konuyu kısa zamanda pek çok farklı açıdan ve önyargılardan uzak irdeleme yeteneği kazandırması eşsiz bir yenilik. Son olarak en sıcak aşamalarını İngiltere'de izlediğim Mısır krizine böyle objektif bir pencereden bakmaya, bu arada kaçınılmaz olarak Türkiye ile ilgili çağrışımları da not etmeye çalışacağım.

Türkiye Mısır'dan çok farklı

Hatırlayanlar olabilir, üç yıldan daha kısa bir süre önce ve henüz Mübarek başta iken, kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye ile ilgili notu belirlerken kullandığı metodolojinin tartışmalı olduğunu, sözgelişi Mısır gibi ülkelere daha yüksek not verilmesinin gerekçesini kabul edilebilir bulmadığımı yazmıştım. Gerçekten de oldukça uzun demokrasi deneyimine, bölge standartlarının çok üstündeki kurumsal altyapısına ve piyasa mekanizmalarına rağmen Türkiye'nin en önemli zaafının "öngörülebilirlik" konusunda olduğu söylenirken Mısır gibi dikta yönetimlerinin öngörülebilir sayılması bana çelişkili ve haksız gelmişti. Mısır'da kısa sayılabilecek bir zamanda olup bitenler, bu alınganlığımın duygusal bir tepkiden ibaret olmadığını da teyit etmiş oluyor.
Ancak daha ilginç olan, Türkiye'de bazı çevrelerin, hatta çok şaşırtıcıdır ki hükümete yakınlığı varsayılanların da Mısır'daki gelişmeleri bizim için alarm işareti sayması; yani bir bakıma Türkiye'nin geldiği aşamayı yeterince kavrayamamış görünmesi. Bu durum, sadece yukarıda belirttiğimiz ve altmış yılı aşkın bir sürede oluşmuş demokratik ve kurumsal düzey açısından değil, 2002'den bu yana yani mevcut yönetim zamanında başarılan işler açısından da büyük bir yanlış. Bizler her ne kadar gelişmiş ülkeler ile aramızdaki mesafeyi kapatmak kaygısıyla yetersiz bulup eleştirsek te Türkiye'nin ulaştığı düzey, kamu yönetimindeki deneyim ve olgunluktan nitelikli insan kaynağına, çeşitlenmiş özel sektöründen genişleyen orta sınıfına kadar bölgesindeki ülkelerle kıyaslanmayacak ölçüde ileri ve sağlıklıdır. Nitekim batılı arkadaşlarım arasında da, izlediğim yorum ve değerlendirmelerde de Mısır ile Türkiye'yi aynı kaba koyana rastlamadım.

Mısır'ın sorunu sadece siyasal değil 

Üstelik Mısır, bizden üç kat küçük ekonomisiyle çok daha uzun bir yolu hızla katetmek zorundayken, Mübarek sonrasında daha da zayıflayan bir ekonomik performans gösteriyor. Yüzde 2'nin altına düşen büyüme oranı ve yüzde 13'e varan işsizlik düzeyi, siyasi bölünme ve kutuplaşma sorununa sosyal patlama tehlikesini de ekleme potansiyeli taşıyor. Altyapı, telekomünikasyon, sağlık gibi pek çok alanda bizim tamamlamış olduğumuz reformlar henüz programlanmış bile değil. Düşük verimlilik düzeyi ve çarpık ekonomik yapının yarattığı zaaflara siyasal çalkantı ve belirsizliğin, turizm gelirlerini ve yatırımları da aşağı çekmesi eklenince ülkenin borçlarını bile ödeyememesi, yani bir bakıma iflas etmesi söz konusu.
Oysa Türkiye, cari açık dışında önemli bir ekonomik sorunu olmayan, son on yılda gelir dağılımında sağladığı gelişme ile yoksulluk sorununu neredeyse sıfırlayan (Mısır'da yüzde 25), rekabet ve ihracat kapasitesinde çıtasını önemli ölçüde yükselten, kendi hatasıyla yol açtığı kutuplaşma tehlikesi dışında siyasal ve sosyal istikrarsızlık riski olmayan güçlü bir ülke. Üstelik kendini yenilemesini, yeniden üretmesini bilen bir örgütlenme ve yönetim geleneğine sahip. Mısır ise henüz bu yetkinlikten çok uzak.

Küreselleşme dinamiklerine uyum 

İçinde bulunduğumuz bölgedeki çalkantı ve kutuplaşmaların batılı çevrelerdeki algısının da Türkiye'de yapılan değerlendirmelerden farklı olduğu açık. Bunları din ve inanç farklılıklarından ziyade küreselleşmenin ve iletişim teknolojilerinin hızlandırdığı bireysel gelişim ve özgürlük talebi ile ilişkilendiriyorlar. Küreselleşme dinamiklerini düşününce bu yorumun altının boş olmadığı da belli.
Artık küresel ticaretin büyük bölümü devletlerin ya da az sayıdaki firmaların değil, geniş kitlelerin alıcı olduğu ürün piyasalarına kaymış durumda.
Türkiye de buna göre organize olmak, enerjisini kutuplaşmalar ile dağıtmak yerine hoşgörü ve uzlaşma ile toplayarak küresel düzende hakettiği konumu pekiştirecek stratejilere yönlendirmek zorunda.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019