Merkez Bankası’nın çok doğru ama çok gecikmiş kararı
Önce bir bilgi eksikliğini gidermek gerekiyor. Koridor sistemini Merkez Bankası son yıllarda ya da 2010’da icat etmiş değil. 2002 başlarından bu yana uygulanıyor. Ayrıca koridor sistemini çok sayıda merkez bankası uyguluyor: ABD dışındaki büyük gelişmiş ülkelerin merkez bankaları ve büyük yükselen piyasa ekonomileri. Merkez Bankası’nın şöyle bir geleneği vardı (umarım hala vardır): Yeni önemli bir para politikası uygulamasına geçilecekse, benzer uygulamayı sürdüren ülke örneklerine bakılırdı. Başarılı olanlar neden olmuşlar, başarısızların çuvallama nedenleri ne? Başka tecrübeler ışık tutardı yeni politika uygulamasının tasarımına. 2001 sonuna doğru Merkez Bankası’ndan bir heyet döviz alım ihaleleri ve faiz koridoru uygulamalarını tartışmak üzere bu konularda başarılı olan Meksika Merkez Bankası’na gitti. O heyetin başında bu satırların yazarı vardı. Elbette başka ülke tecrübelerine de bakıldı. İlerleyen aylarda da iki uygulama birden devreye sokuldu.
2001 krizinden önceki yaklaşık on yıllık dönemde, piyasa faiziyle toplayabildikleri mevduatı, çok düşük faizle belli alanlara kredi olarak aktarmaları nedeniyle, kamu bankalarının bilançoları giderek bozulmuştu. 2000’e gelindiğinde bilançolarının yaklaşık üçte biri “görev zararı”ndan oluşuyordu. Farklı bir ifadeyle bu bankalar Hazine’den alacaklı durumdaydılar. Hazine kaynak eksikliği nedeniyle bu borcunu ödeyemediği için bankalar giderek büyük likidite sıkışıklığı çekmeye başlamışlardı. 2001 krizinden sonra yürürlüğe konulan ekonomik program çerçevesinde kamu bankalarını ayağa kaldırabilmek üzere, Hazine bu bankalara olan borcunu bir çırpıda piyasada satılabilir devlet tahvili olarak ödedi. Aynı gün Merkez Bankası bu tahvilleri kamu bankalarından satın aldı. Böylelikle piyasaya müthiş bir likidite çıktı. Başka nedenlerle de artan likidite 2010 yılı başlarına kadar yavaş yavaş eridi. Dolayısıyla 2002 başlarından 2010 başlarına kadar Merkez Bankası hep bankalardan para çeker konumdaydı. Bu nedenle, faiz koridorunun alt sınırı olan “bankalardan gecelik borç alma faizi” Merkez Bankası’nın politika faiziydi. Bu likiditenin erimesiyle, Merkez Bankası bir duyuru yayınladı ve o tarihten sonra artık politika faizinin haftalık vadede bankalar borç verme faizi (repo faizi) olacağını açıkladı. Bu faiz ise koridorun içinde ortalarda bir yerde, enflasyon hedefi ile enflasyonun ileride alması Merkez Bankası’nca tahmin edilen değer arasındaki farka göre belirleniyordu.
Tüm bu dönemde koridorun genişliği oldukça dar tutuldu. Bunun temel nedenlerinden biri bankaların hesaplarını iyi yapmalarını sağlamak, bir diğeri ise kısa vadeli faizler hakkındaki belirsizliği en düşük düzeyde tutmaktı. Öykünün geriye kalanını biliyorsunuz. Gelişmiş ülkelerin bastıkları bol kepçe para nedeniyle Türkiye’ye ve bize benzer uygulamalara para yağdı. Özellikle 2010 ve 2011’in bir kısmında bu olgu Türkiye’de çok yüksek kredi genişlemesine ve yüksek cari işlemler açığına yol açtı. Lira değerlendi. Bu olumsuz gelişmeleri önleyici olarak kısa vadeli faizler hakkında belirsizliği artırmak ek bir politika aracı olarak düşünüldü. O zamanki Merkez Bankası yönetimi faiz koridorunu aşağıya doğru genişletti ve gecelik piyasada oluşan faizin o geniş aralıkta keskin biçimde dalgalanmasına izin verdi. Sonra Avrupa krizi zirveye ulaştı.
Arkasından ABD Merkez Bankası Başkanı Bernanke’nin meşhur açıklaması geldi. Türkiye, bu açıklama sonrasında, ABD Merkez Bankası’nın ileride sıkılaştırmaya başlayacağı para politikasından en fazla etkilenecek ülkeler arasında gösterildi. Bu ülkelere kırılgan beşli dendi. Daha sonra Suriye iç savaşı, Türkiye’de terörist faaliyetler, 15 Temmuz darbe girişimi, ABD’nin faiz artırmaya başlaması falan derken, genellikle risk algılamasının yüksek olduğu bir dönem yaşandı. Bu nedenle koridor aşağıya doğru değil, yukarıya doğru genişletildi. Tek faiz yerine birkaç ayrı faizden Merkez Bankası bankalara borç verdi. Repo faizi politika faizi olmaktan çıktı. Yerini “ağırlıklı ortalama fonlama maliyeti” diye bir kavram aldı. Bankalara koridorun içinden ve üst sınırından hangi oranlarda para satılıyorsa, ağırlıklı ortalama faiz o paranın faizine yakın oldu. Koridor geniş olduğu için de kısa vadeli faizler hakkında hep belirsizlik yüksek kaldı. Son aşamada ise o zamana kadar hiçbir bankanın kullanmadığı bir “imkân” olan geç likidite penceresinden (klasik uygulamada bankalara ceza penceresi) bankalara borç verilmeye başlandı. Belirsizliği artırmasının yanı sıra 2010 sonrası devreye sokulan uygulamanın bir diğer sakıncası, Merkez Bankası’nın bazı dönemlerde siyasi baskı altında kaldığı için böyle bir uygulamaya gittiği kanısının oluşması oldu.
Uzun sözün özü şu: Bu köşede ta 2010 sonlarından beri eski (klasik) uygulamayı savunan biri olarak Merkez Bankası’nın açıkladığı eski sisteme dönme kararını çok doğru bir karar olarak görüyorum. Ne var ki çok gecikmiş bir karar.