Merkez bankaları "parti"yi sürdürebilir mi?

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM [email protected]

Gelişmiş piyasaların bir ekonomik daralma içine girdiği hemen hemen kesinleşmiş bulunuyor. Esasen 2008 krizinin devamı niteliğindeki bu duruma "double dip" (çifte çukur) adı verilmekte. Bu ikinci çukur noktasının derinliğinin boyutları henüz netleşmiş olmamakla birlikte, 2008 yılındaki dipten daha derin olmayacağı da muhakkak. 2008'de büyük bankalar batma noktasına gelmiş (bir tanesi de batmıştı), sistemdeki likidite neredeyse kurumuş ve piyasalara büyük bir belirsizlik hakim olmuştu. Bugün ise çok daha şeffaf bir ortam söz konusu. (Tabii, neyin ne olduğunu biliyor olmak sorunların kolay çözümleri olduğu anlamına da gelmiyor.)

2008 krizinin biraz da 1929 "Büyük Buhranı"na atfen "Büyük Resesyon" olarak adlandırılması çok yanıltıcıydı. Evet, krizin ilk ayağı 1929 yılına göre daha kısa sürede ve az hasarla, bir buhrana girmeden atlatıldı. Ancak "resesyon" gelişmiş kapitalist ekonomilerde iş döngüsü (business cycle) nedeniyle kabaca 3-4 yılda bir ortaya çıkan ekonomik soğumayı tanımlayan bir tabir. Halbuki, yaşanan kriz basit bir iş döngüsü krizi değil. Belki de 70-80 yılda bir görülebilecek ve yılların birikimiyle ortaya çıkmış çok daha yapısal ve çok boyutlu bir kriz. Bu nedenle krizin "konvansiyonel" para ve maliye politikaları ile çözümü de mümkün değil. Nitekim, bir türlü konvansiyonel politika paradigmasını aşamayan ABD ve AB'li karar verenler ve siyaset yapıcılar nedeniyle kriz ikinci bir dipe sürüklenmiş bulunuyor.

Atlantik'in iki yakasındaki sorunların hem benzer, hem de farklı yönleri var. İki bölgede de ana sorunlar kamu borcu ve bütçe açıklarının büyüklüğü ve ekonomilerin bir türlü durgunluk ortamından çıkamaması. ABD'de ekonominin bu kadar zayıf hale gelmesinde birinci derecede sorumluluğu bulunan Cumhuriyetçi Parti'nin büyük bir sorumsuzluk ve basiretsizlikle sadece Obama'yı seçimlerde zayıflatmak için maliye politikalarındaki manevra alanını son derece kısıtlamış olması sorunun çözümünü çok zorlaştırmakta. Keza, AB'de de Merkel'in özellikle Güney ülkelerinin borç sorununa ortak olmayı reddetmesi ve zor durumda olan ülkelerin öncelikle maliye politikalarını sıkılaştırmasını istemesi bu bloktaki sorunları da aşılmaz hale getiriyor. Bu şartlar altında iki bölgede de sorunların çözümü Merkez bankalarının omuzlarına yüklenmekte. Merkez bankalarının "parti çok uzayıp, parti verenler sarhoş olmaya başladığında içki şişeleri ve bardakları masadan kaldıran olma" durumu yerini ister istemez "partiyi devam ettirmek için daha çok içki sağlayan olma" anlayışına terk edilmiş durumda.

Ancak genişlemeci para politikalarının sorunlara kalıcı çözümler üretemediğini de görüyoruz. ABD'de uygulanan 1. ve 2. miktarsal gevşeme (QE) programları her ne kadar varlık değerlerini destekleyerek ekonominin bir buhran ortamına girmesini engellemiş ise de, ekonomide kalıcı bir toparlanma sağlayamadı. 2000'li yıllarda gayrimenkullerinin kağıt üzerinde değerlenmesinin reel bir servet artışı olduğu ilüzyonuna kapılarak tüketime gaz veren ABD'li orta sınıflar çöken konut fiyatlarının toparlanamaması nedeniyle büyük bir güven kaybına uğramış bulunuyor. Borsa ve tahvil değerlerindeki artış ise bu güvenin geri gelmesini sağlamıyor. Artık herkes sanal servetine değil, ay sonunda eline geçen paraya göre tüketim kararı vermekte. Genel olarak bakıldığında da, işsizlik oranının artması ile birlikte tüketim kriz öncesi seviyelerine gelemiyor. Doğal olarak, çok düşük faiz ortamına rağmen, yatırım harcamaları da artmıyor. Bu nedenle haftasonu Jackson Hole toplantılarında Bernanke 3. bir genişleme programı ilan etse bile, bu programın etkilerinin de kalıcı olmayacağı görülüyor.

Avrupa'da ise problemler daha da girift. Topluluk içinde bir mali birlik sağlanamamış olması herhangi bir ortak maliye politikası tasarımını da imkansız kılıyor. Öte yandan, ABD'den farklı olarak, euro bölgesinde para politikasının manevra alanı da daha dar. Almanya ve mali yapısı sağlam diğer üye ülkeler genişlemeci para politikasına sıcak bakmıyorlar. Ancak, şartlar da AMB'nin daha genişlemeci bir politika izlemesini zorunlu kılıyor. Nitekim, geçtiğimiz günlerde AMB yüklü miktarda İtalya ve İspanya devlet tahvili satın almak zorunda kaldı. İster istemez bunun gerisi de gelecektir.

Küresel piyasalarda böyle bir ortam hüküm sürerken bizim merkez bankasının politikalarını eleştirmek haksızlık oluyor kanaatindeyim. Cari açık probleminin kısmen ikinci plana düşmüş olması ile birlikte Merkez'in iç talebi canlı tutabilmek için faizleri düşük tutması ve dış ticarette de diğer gelişmiş ülkelere göre bir rekabet avantajı elde edebilmek amacıyla TL'nin zayıf seyrine göz yumması gayet doğru. Böyle bir politikayı "Merkez Bankası'nın öngörülebilirliliği azalıyor" veya "enflasyon artacak" şeklinde eleştirmek ise anlamlı değil. Eğer, maliye politikasında bir genişlemeye gidilmez ise (ki Hükümet bu konudaki kararlı duruşunu sürdürüyor), devaluasyonun yaratacağı geçici fiyat artışları kalıcı bir enflasyona sebep vermeyecektir.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019