Merhaba
Yaklaşık 10 yıllık bir aradan sonra yeniden, “söz uçar yazı kalır” şiarıyla, kendime ait bu köşede sizlerle buluşuyorum. Haftada bir gün okuyucularla Türkiye ve dünyaya dair görüşlerimi paylaşacak ve güncel konuların psikopolitik perspektifini elimden geldiğince irdelemeye çalışacağım. Bu yeniden başlangıcımda ülkemizin en önemli basın markalarından birisi olan Dünya Gazetesi çatısı altında bulunmaktan ve bir geleneğin parçası olmaktan duyduğum memnuniyeti ifade ederek sözlerime başlayayım.
ABD seçimleri her zaman tüm dünyada ilgiyle izlenen ve üzerinde en fazla kalem oynatılan siyasi gündemlerin başında geliyor kuşkusuz. Başkan Donald Trump’ın ve ekibinin hayatımıza yeniden girmesiyle birlikte daha da şenlikli hale gelen siyasi gündem, aslında oldukça ürkütücü bir dönüşüm döneminin ilk sinyallerini de veriyor. Trump’ın yemin töreninde dünyanın en büyük teknoloji devlerinin patronlarının protokolde kabine üyelerinin de önünde yer almasıyla birlikte, önümüzdeki dönemin en büyük tartışma konusunun başlığı da ortaya çıkmış görünüyor: “Tekno-oligarşi ile nasıl baş edilecek?”
Kontrolsüz para kontrolsüz iletişim
Eski başkan Joe Biden, veda konuşmasında tam da bu başlığa uygun bazı uyarılarda bulunurken gücün birkaç ultra zengin insanın elinde birikmesinin ABD demokrasisini, temel hak ve özgürlükleri ve fırsat eşitliğini yok edebilecek bir oligarşi yaratabileceğini söylüyordu. Ona göre bu kişilerin ellerindeki gücü kötüye kullanmaları halinde çok tehlikeli bir sürece girilecek ve “tekno-endüstriyel kompleks”in üretebileceği yanlış ve zehirli bilgiler yoluyla yıkıcı bir dönemin önü açılacaktı. Mealen şunu söylemeye çalışıyordu “kontrolsüz para ve kontrollü iletişim” düzeni üzerinden beslenen bu anormal güç merkezileşmesinin kendi ellerimizle yarattığımız Frankenştaynlar üretmeyeceğinin bir garantisi yoktu.
Biden’in kullandığı “tekno-endüstriyel kompleks” kavramı, 34. ABD başkanı, general Dwight Eisenhower’in 1961 yılında yaptığı veda konuşmasında kullandığı “askeri endüstriyel kompleks” ifadesinden esinlenmişti. Eisenhower 17 Ocak 1961’de yaptığı şok edici konuşmasında Amerikalıları ülkelerini ve demokrasiyi tehdit eden bir düşmana karşı uyarıyor ve askeri endüstriyel yapının, devlet içerisinde gayri meşru bir etki alanı yaratmasına karşı herkesi tetikte olmaya çağırıyordu.
Eski başkan giderayak esas düşmanın komünistler, SSCB ya da Çin değil, aksine bunlarla mücadele ettiğini söyleyen Pentagon ve onun beslediği silah-sanayi-politika üçgenindeki parasal ilişkiler ağı olduğunu söylemekteydi. Ona göre her daim bir düşman arayışı ve silahlanma gerekliliği ciddi bir mali yük yaratmaktaydı ve salınan bu düşman korkusu Amerikan halkının refahından ve emeğinden çaldığı gibi demokrasiyi tehdit eden büyük bir güç konsantrasyonuna da yol açmaktaydı.
Savaş kahramanı bir asker olan Eisenhower’ın ABD’nin süper güç kimliğinin omurgası niteliğindeki ‘askeri endüstriyel’ yapıyı bir tehlike olarak tasvir etmesinin ardındaki teorik yaklaşımın mimarı ise 20. yüzyılın en önemli sosyologlarından J. Wright Mills idi. Mills, 1956 yılında ABD’deki güç ve iktidar ilişkilerini incelemek üzere kaleme aldığı “İktidar Seçkinleri” (Power Elite) adlı eserinde askeri yapı ile ekonomik ve siyasal yapının içiçe geçmiş bir bütün olduğunu söylüyordu.
Ona göre “demokrasi” diye yurttaşlara yutturulan yalan toplumun siyasi, askeri ve ekonomik tabanlı üçlü bir sacayağı (triumvirate) tarafından yönetilmesine meşruiyet sağlamaktaydı. Mills, II. Dünya savaşından sonra siyasi elitin ulusaldan ziyade uluslararası konulara yönelmesinin askerlerin karar verme sürecindeki rollerini artırdığını ve ekonomik kararların alınmasında bile bu kompleksin çıkarlarının esas belirleyici olduğunu söylemekteydi.
Trump’ın yeni bir devlet ideolojisi
Eisenhower’ın selefi olan ve ABD tarihinin ilk Katolik başkanı John F. Kennedy de aynı kanıdaydı. Bir suikastle hayatını kaybetmeden kısa süre önce ziyaretine gelen SSCB Dışişleri Bakanı Andrei Gromiko’ya, ABD-Rus ilişkilerinin iyileşmesini istemeyen esas iki gücün, Yahudi lobisi ile Amerikan askeri endüstriyel kompleksi olduğunu söylemişti. Başkanlık gücü, bu tespitin bedelini ödemesini önleyemedi. Bir yandan Vietnam’dan asker çekmeye diğer yandan da Sovyetler ile iyi geçinmeye çalışan bir Başkanlık tarzının, mutlak askeri güç paradigmasın üzerine inşa edilen bir devlet ideolojisine ters düşmesi kaçınılmazdı ve anlaşıldığı kadarıyla gereği de yapıldı.
Donald Trump ise yeni bir devlet ideolojisi ve yeni bir güç kompleksi önerisiyle iktidarını perçinlemek eğiliminde. Teknokrat danışmanlar ekibinin olağanüstü gücü de politik kabinesinden daha fazla ilgi çekiyor doğrusu. Üstü örtülü bir biçimde zikredilse de eski ABD, şimdilerde yükselmekte olan yeni ABD’nin en büyük düşmanı olarak sivrildiğinden Trump’a yönelik suikast girişimi fazlasıyla gerçek ve modele uygun görünüyor. Bu yüzden önümüzdeki dönemde de endüstriyel kompleksler arası kapışmanın oldukça sert geçeceğini söylememiz mümkün. Patlamış mısırlarımızı alıp koltuklarımız yerleşelim.