Medya yöneticileri dut yemiş bülbül gibi…

Hakan GÜLDAĞ
Hakan GÜLDAĞ [email protected]

Ünlü atasözüdür:

İğneyi başkasına çuvaldızı kendine batır...

Başkalarından bir şey isterken önce kendine bak anlamında…

Ya da başkalarına öğüt vermeden önce kendin yap anlamında…

Bu bir iğne yazısı...

***

Geçen hafta, 25 Eylül Cumartesi günü Başbakan Erdoğan'ın medya yöneticileriyle biraraya geldiği kahvaltılı toplantıda verdiği mesajları aktarmıştım.

Yorumlarımı bu haftaya bırakarak...

Özellikle de medya yöneticilerinin sus pus kalmasından bahsetmiştim. 

Doğruydu...

Başbakan'ın bütün eleştirilerine...

Bütün ithamlarına...

Sus pus kalındı...

Ne bir soru…

Ne bir kelam…

Dut yemiş bülbül gibi...

***

Toplantıda, Başbakan'ın "özeleştiri verin" sözlerine karşı ortaya tek bir "parlak" fikir geldi. Bu da, "RTÜK benzeri bir kurulun yazılı basın için de kurulması" önerisiydi...

Başbakan, "Böyle bir çalışmamız yok. Yazılı basında olmaz" dedi.

Sonrasında bu konu üzerinde o kadar çok yazılıp çizildi ki...

Demek ki, "yağdanlık" filan gibi bazı laflar boşuna çıkmıyor.

Bu embesilliği daha fazla deşmek niyetinde de değilim.

Ama dedim ya bu bir iğne yazısı...

Değinmeden edemedim.

Bir gazeteci nasıl çıkar da böyle bir öneride bulunur?

Ne bileyim, herhalde "dut" az gelmişti.

***

Gelelim sorulara...

Başbakan'a göre:

Medyanın eleştirme hakkı olduğu kadar siyasetçinin de eleştirme hakkı var.

Medya eleştirilere tahammül beklediği kadar kendisi de eleştiriye karşı tahammüllü olmalı.

Başbakan o günkü konuşmasında, "eleştirinin, hedef gösterme, bastırma, sindirme girişimi olarak algılanmasını da çok yanlış buluyoruz" diyordu.

Birimiz de çıkıp; "Peki o zaman sayın başbakan, miting meydanlarında bazı gazeteleri suçlayıp, bu gazeteleri almayın çağrısı yapmayı eleştiri olarak mı yorumluyorsunuz?" diye sormadık.

Ne muhatapları…

Ne de basın özgürlüğüne gönül vermiş bir başka yayın yönetmeni…

***

Başbakan eleştirdi:

"12 Eylül'de....

28 Şubat'ta...

Verdiğiniz sınav ortada"

Diyelim ki, bazı yayın yönetmenlerinin yaşı yetmedi.

O dönemde işin başında değillerdi.

Aramızda ağabeylerimiz de vardı.

Onlardan da bir ses çıkmadı.  

***

Başbakan sitem ediyordu:

Yüzlerce gazeteci fikirlerinden ve yazdıklarından ötürü karanlık dönemlerde yargılandı.

İsimler de verdi Başbakan...

Birçok gazetecinin evini yurdunu terk etmek ve bu diyarlardan gitmek zorunda kaldığını söyledi.

Neden 'tarafsız' basınımızdan, "Peki o zaman sayın Başbakan, bugün pek çok gazetecinin içeride olmasına ilişkin görüşünüz nedir? Hakkında kovuşturma açılan gazetecilerin sayısı bakımından Türkiye'nin ilk sıralarda olması sizi rahatsız etmiyor mu?" sorusu gelmedi...

Şaka değil...

Darbe yapma ihtimali ve kuşkusu doğan generaller serbest bırakılırken, onların amaçlarına ulaşmasını sağlayacak yayınlar yapmakla suçlanan gazeteciler iki yıldır hapiste...

***

Başbakan manşetlerle savaşarak bugünlere geldiğini söyledi.

Örnekler verdi:

"411 el kaosa kalktı"

"Genç subaylar rahatsız"

"Tehlikenin farkında mısınız"

O başlıkları atan gazetelerin genel yayın yönetmenleri de kahvaltıdaydı.

Neden hiç biri kalkıp birşey söylemedi?

Neden "Biz '411 el kaosa kalktı' manşeti attığımız için mi kaos çıktı?" diye sormadı...

Ya da "Genç subaylar veya rektörler rahatsız başlıkları attığımız için mi rahatsızlık doğdu?" demedi.

"Biz işimizi yaptık" diye neden hiç bir genel yayın yönetmeni gazetesini savunmadı?

***

Başbakan Mevlana'nın, "İyi dostu olanın aynaya ihtiyacı yoktur" sözünden hareketle medyaya seslendi:

"Medyanın, bize acı gerçekleri, çıplak gerçekleri gösteren, yapıcı eleştiride bulunan, bir yol gösteren ayna olmasını arzuladık ve arzuluyoruz." 

Bu arzu gerçekten de medyanın olması gereken yapısını tarif ediyordu.

İyi ama neden "Peki o zaman sayın başbakan, 'Köşe yazarları her istediğini yazamaz. Parasını sen veriyorsun, yazarına sahip çık, yazdırma, gönder' sözleri bu yaklaşımla nasıl uyuşuyor?" sorusunu sormadık?

***

Soruları daha fazla uzatmak istemiyorum.

Başbakan'ın basın meslek ilkelerini harfiyen bilmesini ya da uymasını bekleyemem.

Sağ gösterip sol vurmayı da kendime yakıştıramam.

Üstelik açık kalplilikle söylüyorum, Başbakan'ın medya yöneticilerine söylediklerinin çoğunu haklı buldum.

Medyayı özeleştiriye davet ederken, kendi açısından da bir "beyaz sayfa" açma isteğini de olumlu algıladım.

Hiçbir şekilde önyargılı davranmak istemem.

Verdiği pozitif mesajlar karşısında kulağımın üstüne yatmak da...

Derdim Başbakan'ın söylediklerini eleştirmekten çok biziz.

Dedim ya... 

Bu bir iğne yazısı…

***

Lafı dolandırmayacağım...

Soruları sormadık, soramadık.

Bu sorular medyada hiç sorulmuyor demek istemiyorum.

Koyu bir istibdad döneminden geçiyoruz, ne söylesen başına bela açılıyor demek de...

Yazanlar da, soranlar da var elbette…

Söylemek istediğim genel yayın yönetmenleri olarak bizim sormamız önemliydi.

Tavrımız çok şey değiştirirdi.

Maalesef ortaya omurgasız bir görüntü çıktı.

***

Böyle sıkıntılı durumlar gündeme gelince Nezih Demirkent'in kitaplarını karıştırırım.

Çünkü bilirim ki, medyanın sorunları ne bugün başladı, ne bugün bitecek...

Onun Safya Sayfa Gazetecilik, Medya Medya, Salı Yazıları kitaplarında bugüne ışık tutacak ipuçları ararım.

Her seferinde de bir şeyler bulurum.

Yine buldum.

İşte 14 Mayıs 1996 tarihli Salı Yazıları'ndan bir bölüm:

"Bazı yazarlar, son zamanlarda patronlarına övgü yağdırmayı, rakiplerini suçlamayı iş edinir oldular. Bu yüzden çalışanların kimliği tartışmalı hale geldi. Patron hakimiyetine ışık yakılması, başta sendika olmak üzere pek çok çalışanı rahatsız etti; ama fazla tepki doğmadı. Çünkü çoğunluk yaşamından mutluydu. Çok satan bir gazetede çalışma şansını elde eden veya fazla sayıda izleyici bulan bir televizyon kuruluşunda görev alan; hem bolca kazanç sağlıyor hem toplumda saygın bir kişi olmakta sıkıntı çekmiyordu.

Bir tarihlerde, "Ben zengin gazeteciyi severim" diyen merhum Turgut Özal'ın yarattığı gazeteci tipi sayıca arttığı için mesleğin geleceği tehlikeye düşmüştü. Bunu farkeden sendika, Bakanlar Kurulu'ndan çıkarttığı bir kararı uygulamaya yöneldi ama ilgi toplayamadı. Kimse sendikalı olmak istemiyordu. Onlar için güvence artık sermaye olmuştu. Mesleğimizdeki sol tandanslı gazeteciler bile sendikacılığın önemini yitirdiğini söyleyebiliyorlardı. Medyaya sahip olanlar sadece işadamı değildi. İçlerinde imam sıfatını kazanmış kişiler de bulunuyordu.

Bu yüzden medyanın büyük bölümü patron anlayışından rahatsız değildi, üstelik buna karşı çıkanları, sivil toplum örgütlerinde yer almayı düşünenleri suçlayabiliyorlardı. Kendine inanmayan bu insanların mesleği yarınlara nasıl tayacağı tartışılacaktır ama bugünkü durum bunu göstermektedir. Medya dünyasında şimdi yeppeni bir yapı oluşmuştur. Tarikatların ve sermayenin üstünlüğü giderek artmakta, bundan rahatsız olan çıkmamaktadır."

***

Daha fazla söze gerek var mı bilmiyorum...

Nezih Demirkent haklı...

Zaman onu haklı çıkardı.

Kabahatin büyüğü bizde...

Dut yiyip, susanlarda...

Basın yapı değiştirirken, gazeteciler, mesleği unutup, kendi çıkarlarını ön planda tutuyorsa yapacak fazla birşey kalmıyor.

***

Genel Yayın Yönetmeni de gazetecidir.

Önceliği, yönettiği basın kurumunun mesleki saygınlığı korumak olan bir gazeteci. 

Onu korumak...

Gerektiğinde savunmak...

Hem de herkesten önce...

***

Emin Çölaşan atıldığı zaman gazeteciler ne yaptı?

Çalıştığı gazetenin gazetecileri ne yaptı?

Basın meslek örgütleri ne yaptı?

"Olur böyle şeyler" kabullenmesinin ötesinde ne yapıldı?

Çölaşan'ın düşüncelerine katılıp katılmamak ayrı şey.

Onun fikirleri nedeniyle işinden atılmasına karşı çıkmak ayrı...

Tüm fikirlerine karşı olsak da...

O fikirlerini özgürce ifade edebilmesinin yanında olmalıydık.

***

Bekir Coşkun için de aynı şey...

Coşkun gerçekten fikirleri nedeniyle ayrılmak zorunda bırakıldıysa...

Son iki gazetesinden de…

Fikirlerine katılalım ya da katılmayalım....

Meslek dayanışması adına...

Adalet adına...

Kişesel ve örgütsel olarak...

Onun yanında olmamız gerekmez miydi?

***

Kendi meslektaşlarına sahip çıkamayan bir medya ne yapar?

Sus pus oturur...

Gücü yettiğine konuşur...

Daha doğrusu konuşmaz, söylenir, durur...

Ya çanak sorularla, kraldan çok kralcılık yapar...

Ya da "Bu ne biçim soru?" diye azarlanınca boynunu büker, kalır....

Son zamanlarda "saygın" bazı televizyoncularımızın yaptığı gibi...

Ya askerin gölgesine sığınır, vaveyla eder...

Ya siyasi iktidarı destekleyip, onu bir satır bile eleştirmez, askere saldırır...

Toplumun değil çıkar çevresinin sözcüsü olur...

***

Belkemiksiz bir medyayı isteyen istediği gibi eğip büker!

Bağımsızlık boş bir prensip değildir.

Tarafsızlık, şatafatlı "Etik Kurallar" manzumelerinin dolgu malzemesi değildir.

Gazetecilik mesleği için bir gerekliliktir.

Bugün başınızı çok ağrıttım.

Kusura bakmayın…

Kalın sağlıcakla…

Siz hala Bekir Coşkun'u Başbakan'ın işten attırdığını mı düşünüyorsunuz?

Medyanın içinde bulunduğu zavallı durum, Bekir Coşkun'un Habertürk gazetesiyle yollarının ayrılmasıyla ilgili olarak bir kez daha ortaya çıktı. 

Yanıtından bir türlü tatmin olamadığımız soru şu:

Coşkun'un işten atılmasına kim yol açtı?

***

Kendisi diyor ki, benim gazetemden yana şikayetim yok.

Gazetelere yansıyan sözleri belli:

"Altaylı'nın, editörler ve Habertürk'ün sahibinin işime son verilmesi konusunda son derece çaba sarf ettiğini biliyorum. Ancak baskı çok yoğundu. İlk bertaraf olan ben oldum. Bir ormanda yangın çıkarsa, o ormanda hiçbir canlı kalmaz, bütün canlılar yanar. Bugün Türkiye'de bir orman yangını var."

***

Bizim meslek örgütleri de benzer görüşte.

17 meslek örgütü bir araya geldi.

Uzun zamandır ilk kez ortak bir deklarasyon yayınladı.  

Deklarasyon, Coşkun'un "işverenin ve gazete yönetiminin kendisinden memnun olmasına rağmen ağır baskıya dayanamayarak iş ilişkisini sona erdirdiklerini" ifade eden sözlerini bu işin müsebbibinin Başbakan Erdoğan olduğunu kanıtladığını öne sürüyor. 

***

Oysa Başbakan'ın bir şey demesine gerek yok.

Bekir Coşkun'un işvereni Turgay Ciner, "Hayır, hiçbir baskı yok. Karar bizim kararımız" açıklamasında bulundu bile.

Başbakan ile kahvaltıda, Ciner Grubu Medya Grup Başkanı Kenan Tekdağ da çok benzer bir açıklama yaparak, "Karar, bizim iç tasarrufumuz" demişti.

***

Durumumuz, IMF reçetelerini uygulayan hükümetlere benziyor.

Bilirsiniz…

Önce hükümet IMF ile anlaşmayı imzalar.

Sonra acı reçete ortaya çıkmaya başlayınca suçu IMF'nin üzerine atar.

Sanki o anlaşma zorla imzalatılmış gibi…

Sanki kendisinin de tercihi değilmiş gibi…

***

Bizim 17 meslek örgütünden bu açıklamalar karşısında bir ses çıkmadı.

Herhalde açıklamalara rağmen, Bekir Coşkun'un işten atılma talimatının hala Başbakan tarafından verildiğine inanmaya devam ediyorlar…

Ya da bildikleri başka bir şey var.

Varsa, tüm kamuoyu ile birlikte biz de öğrensek…

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar