Medeniyet
Geçtiğimiz hafta en azından benim yazında pek görmediğim bir şey önermiş ve sizlerle ekonomik kalkınma, düzen, rejim gibi kavramların insan hakları açısından incelenmesi gerektiğini söylemiştim. Uluslararası insan hakları bildirgesine göre insanların ‘hakları’ vardır. Bunlar temel haklardır. İnsanların yaşama, sosyal güvenlik, onur ve kişiliğinin serbestçe gelişimi için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel haklarını gerçekleştirilmek için çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, eşit is¸ için eşit ücret alma, makul sürelerde çalışma, işsizliğe karşı korunma, kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenliğe, anaların ve çocukların özel bakım ve yardıma, herkesin bedava temel eğitime, herkese tam bir eşitlikle açık olan yüksek öğrenime hakkı vardır.
Ekonomik düzeninizin, kalkınma felsefenizin, ülkedeki rejiminizin adı ne olursa olsun; ister kapitalizm, ister komünizm, ister sosyalizm, ister faşizm, ister sosyal devlet bu hakları teslim ettiğiniz oranda ‘medeni’, onları ihlal ettiğiniz oranda vahşisinizdir. Bu hakları teslime titizlikle saygı göstermek ve onları insanların doğal hakları olarak görmek bir rejim meselesi değil bir kafa yapısıdır. Bu hakların ihlalinin, askıya alınmalarının bahanesi olamaz. Bahane çok. “Savaş halinde böyle olur”, “Ekonomik kriz yüzünden”, “Şimdi öyle yapalım da ortalık düzelince sonra düzeltiriz” gibi saçmalamalara kadar özürleri çok duyduk. “Bir müddet fedakârlık yapalım sonra”, “Gelecek daha iyi olacak. Onun için”, hatta daha teknolojik “Rekabet gücümüzü arttırmak için” gibi demagojik bahaneleri de duyduk, okuduk. Ben onu bunu bilmem. Bu haklar mutlaktır. Ne parlak gelecek vaatleri ne de şu veya bu ‘tehlike’ bahane edilerek ihlal edilmemelidirler. Hiçbir siyasi rejim, şu veya bu bahaneyi kullanarak bu hakları ihlal eden uygulamaları yürürlüğe koyamaz. Sonuçta kalkınma demek devletin bireylerine bu hakları kolaylıkla teslim edecek servet birikimine sahip olması demektir. Tersine mantıkla “Bu hakları sizlere verebilmek için şimdilik onları sizin elinizden alıyoruz. Sonra vereceğiz” tipi argümanlar ‘vahşilik’ tanımına sokulmalıdır.
Bunun bir kafa yapısı olduğunu söyledim. İnsan haklarının teslimi bireyden kurumlara, kurumlardan devlete uzanan bir yelpazede her yerde bir felsefe olarak yerleşmelidir. Bireysel düzeyde komşunuzun, arkadaşınızın, sokakta geçen tanımadığınız herhangi birinin ve dünyadaki her insanın bu haklara sahip olduğu, birey olarak bizlerin bunları ihlale hakkımız olmadığı, ihlal eden kişilere tolerans gösterilmemesi gerektiğini içimize sindirmemiz gerekir. Vahşilik karşıtı bireysel medeniyet bu düşünce tarzıdır.
Kurumlar insanların bu haklarını ihlal etme araçları değillerdir. İş sahibiyseniz çalışanlarınız, tedarikçileriniz, müşterileriniz ile olan ilişkilerinizi bu açıdan değerlendirmeniz gerekir. Yok bir kurum görevlisiyseniz; aynı felsefeyle iş ve arkadaşlık ilişkilerinizde bu hakları titizlikle korumalısınız.
Devlet denilen kurum ülkede servet yaratılırken ve servet dağıtılırken her ne gerekçeyle olursa olsun bu hakları ihlali resmileştiren kurum olamaz, olmamalıdır. Devleti yönetenler ne şimdiki herhangi bir durumu ne de gelecek olası halleri ileri sürerek ‘geçici’ söylemiyle bile olsa insan haklarını ihlal etmemeli, ihlaline göz yummamalıdır.
Bu konudaki konuşmalarımdan biliyorum. Bazı dinleyenlerim gibi bazı okurlar da bu yazılarla ‘sosyal devlet’ anlattığım kanısına kapılabilirler. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri arasında sıralananları milletçe iyi anladığımız, maalesef bunların iyi anlatıldığını ileri sürmek zordur. Bu yazılarımla sosyal devlet propagandası yapmak niyetinde değilim. Yer müsaadesi olmadığından temel haklardan sadece birine ‘bireyin güvenliği’ kavramına değinerek açıklamaya çalışayım.
Hiç aklınıza gelmemiş olabilir ama ‘güvenlik’ kavramının ne bir tanımı vardır ne de üzerinde düşünürlerin anlaştığı bir yorumu. İki görüş vardır biri ‘gerçekçi’ olarak tanıtılan ekol diğeri de ‘Welsh’ ekolü olarak bilinen yorumlar tartışılır durur. Gerçekçi ekol güvenliği kurumsal, özellikle devlet düzeyinde anlarken, Welsh ekolü bireysel düzeyde ele alır. Kişisel olarak hangisini tuttuğumu anlatmama gerek yok sanırım. Gerçek veya uyduruk tehditler, ekonomik kalkınma vaatleri kullanılarak kurumların ve devletin güvenliği için bireyin güvenliğini ortadan kaldırmanın ‘vahşiliğini’ tarih bize örnekleriyle anlatmıştır. Gerekçesi ne olursa olsun bireyin güvenliği onun halde ve gelecekte bedensel ve psikolojik olarak sömürülmemesi, tehdit altında olmaması demektir. Bu bağlamda güvenlik insan ‘servetinin’ bir parçasıdır. Devlet veya herhangi bir kurum şu veya bu bahaneyle bu güvenliği ortadan kaldırdığı veya sunmadığı oranda insan haklarını ihlal ediyordur, medeni değil vahşidir. Bireyin yaşamının her safhası her alanı ‘güvenlik altında’ olmalıdır. Çevreyi, suyu, havayı kirlettirmeyeceksin, bozuk, zararlı gıda yedirmeyeceksin, onur ve kişiliğini tehdit etmeyeceksin, ettirmeyeceksin. Canının, malının, bilgisinin ve ilişkilerinin saldırıya uğramasına izin vermeyeceksin. Tüm bunlar devletlerin ‘servet dağıtımı’ sorumlulukları altındaki ‘güvenlik sağlama’ işleri arasındadır ve ‘servet yaratılması’ bahane edilerek görmemezlikten gelinemez. Kısacası kalkınma istatistikleriniz umurum değil. Vahşetle gelen servet sizin olsun. İşte böyle. Neyse bu kadar makro felsefe yeter. Haftaya işletmecilikte daha önce de değindiğim ‘rekabetçilik’ konusuna döneceğim. Dönmeye niyetim yoktu ama beni yine sinirlendirdiler.
Sağlıcakla kalın.