MB için ‘cesur’ davrandı diyebiliriz!

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM [email protected]

Son dönemdeki para politikası gidişatına baktığımızda, Merkez Bankası’nın özellikle eylül ayı ortasından beri sıkı bir para politikasını sürdürdüğünü görmekteyiz. Her ne kadar son dönemde Merkez’in ortalama fonlama faizi yüzde 8.5’ten yüzde 8’e bir gerileme göstermiş ise de, asıl belirleyici piyasa faizleri olan gecelik bankalararası faizler ve repo faizleri bu dönemde (Kasım’da kısa bir süre hariç) sırasıyla yüzde 11 ve yüzde 10 seviyelerinde kaldı. Aradaki marj neredeyse 3 puan, ki bu daha önce görülmemiş yükseklikte bir marj. (Halbuki, mesela 2012 ortasından 2013 ortasına kadar bu marj negatifti, yani piyasa faizleri MB fonlama faizinin altındaydı). 

Şimdi, denilebilir ki, sonbaharda enfl asyonda da iki haneli rakamlara yaklaşan sağlıksız bir yükseliş vardı, bu nedenle para politikası aşırı sıkı tutuldu. Ancak, biliyoruz ki, bu dönemde ekonomik aktivitede aşırı bir ısınma ve bunun sonucunda oluşmuş bir enfl asyon söz konusu değildi. 

Enflasyon daha çok vergi düzenlemeleri ve gıda fiyatlarındaki artıştan yükselmişti. Yani, para politikası eliyle kontrol altına alınabilecek bir enfl asyon değildi. Ayrıca, eğer MB bu konuda aksi fikirde idiyse, o zaman doğrudan politika faizini artırarak, piyasalara çok daha net bir mesaj verebilirdi ki bu yapılmadı. 

Peki, o zaman MB’nin piyasa faizlerini sonbahardan beri hem mutlak olarak hem de bize benzer yapıdaki gelişmekte olan ülkelere kıyasla (politika oranları aynı ve enfl asyon dinamikleri de bizimle oldukça benzer olan Endonezya ve Hindistan’da bugünlerde piyasa faizleri sırasıyla yüzde 5.6 ve yüzde 7.8) yüksek tutmasına sebep olan faktör nedir? Cevap çok basit: Türkiye’ye giren döviz akımlarında meydana gelen azalma ve dolayısıyla TL kuru üzerinde oluşan baskı. Aralık ayı başından beri TL kurunun sepet bazında yüzde 6’ya yakın bir değer kaybetmiş olması döviz üzerinde devam eden baskıyı gösteren bir gelişme. 
Ekimden beri bankaların açık pozisyonunun 46 milyar dolardan 32 milyar dolara gerilemiş olması azalan döviz akımlarının bir başka göstergesi. Son olarak da şubat başından beri MB’nin piyasayı fonlama miktarını ortalamada 40 milyardan 50 milyara artırmış olması da (bankalar sattıkları dövizleri yerine koymak için ek TL talep etmekte) gene yüksek döviz talebinin bir başka tezahürü. Aynı dönemde döviz rezervlerinde de 3 milyar dolar civarında bir azalış söz konusu! 

Şimdi, hüküm süren bu şartlar altında salı günü Merkez Bankası’nın politika faizini 25 baz puan ve özellikle de borç verme faiz oranını beklenin üzerinde 50 baz puan azaltmış olması aslında oldukça ‘cesur’ bir karar olarak bile nitelendirilebilir. (Aynı zamanda, MB faizlerde daha az indirim yapması durumunda Hükümet kanadının vereceği menfi tepkilerin TL’de daha da fazla satış getirme riskini de dikkate almış olmalı.) Borç verme faizi piyasa faizleri üzerinde bir tavan olduğu için (TL’ye sıkışan her banka nihayetinde bu faizden MB’den borçlanabilir), bu faizin düşürülmesi çok daha fazla önem arz etmekte. Nitekim dün itibariyle bankalararası faizler yüzde 10.75’in altına geriledi. (Öte yandan, gösterge faiz tahvilleri ise olduğu yerde duruyor.) 

Halbuki, bu faiz indirimine karşın, dövizdeki sıkışık durumun önümüzdeki dönemde devam etme ihtimali oldukça yüksek. Artık klasikleşen FED faiz artırım süreci beklentilerini bir kenara bıraksak bile, ihracat talebinin zayıf seyredeceği, petrol fiyatlarındaki düşüşten elde edinilen kazanımın kısıtlı kalacağı, euronun değer kaybetmesinin ihracat üzerinde ek bir yük yaratmakta olduğu, kısaca reel döviz girişlerinin zayıf kalacağı görülüyor. Bir de bu duruma yaklaşmakta olan genel seçimlerin getireceği belirsizlik ortamını ilave edelim. 

Hal böyle iken, Hükümet tarafında ise bazıları faizlerin daha radikal bir şekilde düşürülüp TL’nin değerinin de düşürülmesi gerektiğini, böylece iç talebin, yatırımların ve dahi ihracatın ivmelenmesi ile ekonomik büyümenin canlanacağı sanrısı içindeler. Keşke, her şey o kadar kolay olsaydı. 

İç talep canlanmasının ilk etkilerinden birinin cari açığımızı artırmak olacağı, yükselen kurlarla birlikte döviz borcu olan şirketlerin ciddi zararlar yazacağı, enflasyonun tekrar yukarı doğru ivmeleneceği, muhtaç olduğumuz kısa vadeli döviz girişlerinin daha da azalacağı ve DTH’lara doğru bir kayma yaşanacağı gibi ‘minör’ problemleri bir kenara bırakalım. Acaba, TL’nin değer kaybı ihracatta istenilen ivmeyi yaratabilir mi? İhracatımızın içindeki ithalat payının yüzde 65’lerde olduğunu ve ihracat yaptığımız ekonomilerin bir kısmında ağır bir durgunluk olduğunu dikkate aldığımızda, yaratılacak olan (geçici) yüzde 2-3 puanlık rekabet avantajının bir fayda sağlamayacağı muhakkak. Yatırımlara gelirsek: Yatırımlar ancak ve ancak yatırım ortamının iyileş(tiril) mesi ve ekonomik dengelerin güçlendirilmesi ile artar. Bugünkü konjonktürde faizlerin hızla düşürülmesinin ise bunu sağlamayacağı açık.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019