“Masalın da Yırtılıverdiği Yer”
Bugün 2 Kasım 2018. Nedendir bilmiyorum, aklıma 33 yıl öncesi bir Kasım akşamüstüsü düştü…
Karaköy’de, o yıllarda çok sevilen mekânlardan biri olan, şimdi yerinde yeller esen Geçit Kafeterya’daydım…
Bugün ikisi de hayatta olmayan Bilge Karasu ve Füsun Akatlı ile buluşacağım için çok heyecanlıydım. Çünkü, ilk kez karşılaşacaktım Bilge Bey’le… “Göçmüş Kediler Bahçesi”, “Troya’da Ölüm Vardı”, “Gece” onun çok severek okuduğum kitapları arasındaydı…
Hiç unutmadığım, belleğime kazınan cümlelerin yazarlarından birisi de Bilge Karasu’ydu…
Yaşasaydı bugün 88 yaşında olacaktı; ben, onun ezberimdeki şu cümlelerini belki de yüzüne söyleyecektim…
“Yaşam bir yolculuktur. Bunu benden bin yıllar önce başkaları da söyledi. Bir yolculuk… Ama, bir deniz yolculuğundan çok, kara yolculuğunda benziyor. En çok da acılar yer ediyor.
Ölmüş bir yazarın gezi anılarını kimse yazmaz. Kendi anılarımı onunla paylaşarak yazamayacaklarını, kimseye anlatamayacaklarını ben yazayım dedim.
Kentin sinliğinde, üzerine toprak dökülürken ‘ben hangimizim, gömülen hangimiz?’ diye sordum kendi kendime, alçak duvarın üstünden o demir rengi denize bakarken. Sorunun yanıtını bulamadım daha. Kollarımda can verdi. Şimdi, ardından yaşayıp gitmek neye yarar?
Şimdi ben ölünce, kedim ne olacak?”
Büyüklere masallar yazan bir ustaydı o… Henüz 65 yaşındayken aramızdan çok erken ayrıldı…
Dönelim yine o kasım ikindisine… Birazdan kim bilir ne kadar güzel bir söyleşi yapacağız… Ve gelmişlerdi işte… Akatlı ile çok iyi dost olduklarını biliyordum. Üçlü bir söyleşi düşünmüştüm… O zamanlar kullandığım kasetli teybi çıkaracak, kontrolümü yaptıktan sonra ilk sorumu sorarken kayıt düğmesine basacaktım…
Fotoğraf makinem de yanımdaydı… Sirkeci’den satın aldığım, o dönemin gözdelerinden Zenith marka bir makine… Onlar anlatırken ben de deklanşöre basıyor, durmaksızın fotoğraf çekiyordum. Çünkü, biliyordum ki Bilge Bey fotoğraf çektirmeyi sevmiyordu; bana izin vermişse, büyük bir şanstı…
Konuştukça Bilge Karasu hakkında çok şey öğrenecektim. Çayı çok sevdiğini, dostlarının yurtdışından sık sık o yıllarda bizim pek bilmediğimiz çaylar getirdiklerini, o günlerde yalnızca güllü çay içtiğini, Bıyık isimli kedisi ile yaşadığını, bir zamanlar sinemaya çok düşkün olduğunu, “Gece”adlı romanını bitirdikten on yıl sonra yayınlayabildiğini ve daha birçok şeyi…
Böyle böyle uzun bir süre söyleştikten sonra, teybimi kapatacak, teşekkür edip ayrılacaktım…
Koşa koşa o yıllardan bu yana çalıştığım gazetem Dünya’ya gelecek; bandı çözmek için teybin düğmesine basacaktım… Fakat, o ne?! Teypte hışırtı dışında hiçbir şey yok! İleri sarıyorum yok, geri alıyorum yok… Yok, yok, yok!..
Neyse ki fotoğraf çekmiştim, hatırımda kalanları yazar, fotoğraflarla birlikte yayınlardım… Filmi banyo etmek için saracak, karanlık odaya girecektim… Harika fotoğraflar beklerken ne göreyim, simsiyah, yanmış gibi bir rulo!
Yılmadım… 15 Kasım 1985’te “Bilge Karasu ve Füsun Akatlı’yla Yapılamayan Bir Söyleşi Üzerine” üstbaşlığı ve “Karasu: Bugünlerde Güllü Çay İçiyorum” başlığıyla aklımda kaldığı kadarıyla konuştuklarımızı yazıp Dünya’da fotoğrafsız olarak yayınladım…
Karasu ve Akatlı ile o gün geçirdim dakikaların lezzeti, bugün bile beynimin gri kıvrımları arasında yerini muhafaza ediyor… Tıpkı yitirdiğim yazar ve sanatçı dostlarımla yaşayıp unutamadıklarım gibi…
Belki de Ara Güler’in kaybı anımsattı bana bu anıyı… Dostlarım, Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi”ndeki son öykünün adı olan “Masalın da Yırtılıverdiği Yer”deki gibi, bir masal gibi yırtılıp gidiveriyorlar işte bu dünyadan… Ben, sürekli eksiliyor, eksildikçe onları daha çok özlüyorum…