Markalara güven aşınıyor
Yıllarca markalar güvenin, kalitenin, statünün ve sadakatin simgesi olarak kabul edildi. Büyük bir logonun olduğu ürün, genellikle ‘doğru seçim’ demekti. Ama bu dönemin sonuna yaklaşıyoruz.
Yeni kuşaklar markaları sadece ne sattıklarına göre değil, neye hizmet ettiklerine, nasıl bir değer ürettiklerine göre sorguluyor. Üstelik bu sorgulama yalnızca sosyal medya üzerinden değil, alışveriş davranışları üzerinden de açıkça gözlemlenebiliyor. Ekonomist John Kay’in son kitabında altını çizdiği gibi, markalar bugün ciddi bir meşruiyet krizi yaşıyor.
“Kurumsal kimlikler, toplumsal faydayı öncelemedikleri sürece sürdürülebilir olamaz” diyen Kay, bu krizin yalnızca tüketici davranışlarında değil, şirketlerin varlık nedenlerinde de köklü değişimlere neden olduğunu söylüyor. Ona göre bugünün tüketicisi, “Markan burada ne iş yapıyor” sorusunu sormaktan çekinmiyor. Ve bu sorunun cevabı, artık ürün ya da hizmetle sınırlı değil.
Yeni neslin radarında ne var?
Accenture’ın ‘Life Reimagined’ başlıklı küresel araştırmasına göre, Z kuşağının yüzde 72’si bir markayla bağ kurmadan önce onun çevresel ve sosyal duruşunu araştırıyor. Sadece fiyat ve kalite yetmiyor. Marka, aynı zamanda değerleriyle de tüketicisini ikna etmeli.
Tüketicilerin yüzde 64’ü bir markanın toplumsal sorunlara katkı sunmasını bir ‘beklenti’ değil, ‘zorunluluk’ olarak görüyor. Bu eğilim yalnızca Z kuşağına özgü değil. Y kuşağı da benzer bir refleksle hareket ediyor. Nielsen’in 2023 tarihli araştırmasına göre, 40 yaş altı tüketicilerin yüzde 75’i satın alma kararlarında markanın etik duruşunu dikkate alıyor.
Artık imaj yetmiyor
Eskiden markaların ‘amaç odaklı’ söylemleri, sadakat yaratmak için yeterliydi. Bugünse işler değişti. MIT Sloan Management Review’da yayımlanan bir analiz, markaların yalnızca güzel sloganlarla güven kazanamadığını ortaya koyuyor. Araştırmaya göre, Z kuşağının büyük kısmı markaların söyledikleriyle yaptıkları arasındaki farkı çok hızlı fark ediyor ve bu fark sadakati ciddi şekilde zedeliyor.
Daha da çarpıcı olan şu: 2024 Edelman Trust Barometer verilerine göre, küresel tüketicilerin yalnızca yüzde 39’u markalara güvendiğini söylüyor. Bu oran, beş yıl önce yüzde 51’di. Güven duygusu sistematik olarak aşınıyor. Tüketicilerin yalnızca markaların ne söylediğine değil ne zaman sessiz kaldıklarına da dikkat ettiğini gösteren çok sayıda veri var.
Harvard Business Review’da yayımlanan ‘The Era of Political Consumers’ başlıklı makaleye göre, yeni nesil tüketiciler markaların sosyal meselelere karşı duyarsız kalmasını artık bir tercih değil, bir kaçış olarak okuyor. Yazıda şöyle deniyor: “Tarafsızlık, artık birçok tüketici için değer değil, sorumluluktan kaçış göstergesi.” Özellikle toplumsal cinsiyet eşitliği, ırkçılık, çevre, göçmenlik gibi konularda pozisyon alınması bekleniyor. Sessizlik, tüketici gözünde suç ortaklığı olarak değerlendiriliyor.
Kurumsal aktivizm yükselişte
Bu bağlamda ‘kurumsal aktivizm’ kavramı giderek daha fazla önem kazanıyor. Ben & Jerry’s, Patagonia gibi markalar yalnızca ürün değil, aynı zamanda bir duruş satıyor. Örneğin Patagonia CEO’su Ryan Gellert, “Dünyayı kurtarmak iş planımızın merkezinde” diyerek meseleyi reklamdan öteye taşıyor. Bu tür söylemlerin altı dolu olduğunda, tüketiciyle kurulan bağ daha sağlam oluyor. Ancak sadece görünür olmak için yapılan kampanyalar, çok daha büyük güven kaybına yol açabiliyor.
McKinsey’nin ‘The Consumer of 2030’ başlıklı raporunda şu çarpıcı ifade yer alıyor: “Geleceğin markaları, yalnızca iyi ürünler üreten değil, aynı zamanda iyi insanlar yetiştiren şirketler olacak. “Markalar için artık ne sattıkları değil, kim oldukları, neyi temsil ettikleri, hangi değerleri savundukları daha önemli. Bugün markaların önünde net bir sınav var: Tüketiciler artık sadece alışveriş yapmıyor. Aynı zamanda bir pozisyon alıyor. Ve bu pozisyon, markayı ya yukarı taşıyor ya da hızla gözden düşürüyor. Markalara yöneltilen en keskin soru şu: “Hikâyen var mı? Ama gerçekten mi var?”