Makrosuz mikro olmaz
Zaman zaman yeri geldikçe toplumsal genetiğimizdeki bazı alışkanlıklarımızın yol açtığı yanlışlıklara, kavram kargaşalarına kafam takılıyor. Çok sık rastladığımız biri de uzun bir zamandır gündemdeki tartışmaların odağında yer alan bir kavram ile ”yapısal reformlar” ile ilgili. Kısa vadeli konjonktür gelişmelerinin dışında ekonomik, kurumsal ve idari altyapıya ilişkin zafiyetlerin giderilmesi gereğini vurgulamak için referans yapılan bu kavramın, biraz da reform maliyetine katlanmak zorunda olan kesimlerde, özellikle de özel kesimde yarattığı rahatsızlığın etkisiyle olsa gerek, kimi zaman farklı bir şekilde “mikro reform” diye adlandırıldığını gözlemliyoruz. Ancak daha önemlisi bu yeni isim altındaki kavramın içerik değiştirmesi, yapısal özellikler ile ilgili bir dönüşüm yerine esas itibariyle vergi ve kredi kolaylıkları sağlayan bir destek ve teşvik mekanizması olarak algılanıyor oluşudur. Üstelik yapısal reform retoriğinin onca zamandır sürdürülmekte olmasına rağmen, fiilen uygulamaya yansıyan politikaların daha çok bu yeni içeriğe paralel nitelikte olduğu, bu yüzden 2007 öncesinde başlanan yapısal reform sürecinin yavaşladığı ya da tavsadığı izleniminin iç ve dış çevrelerde yaygınlaştığı açık...
Yapısal reform açığı ve destek bağımlılığı
Nitekim on yılı aşkın zamandır sık sık yenilenen strateji belgelerine ve eylem planlarına karşılık ne reel kesimin üretim şablonunda, ne ihraç ürünlerinin teknoloji düzeyinde, ne de işgücü niteliği ve kurumsal yönetim gibi ekosistem unsurlarında kayda değer bir gelişme sağlanamadı.
Ard arda çıkarılan yasal düzenlemeler sonucunda, cari açığın büyümesi ve bütçe dengesinin bozulması pahasına, gerçekleştirilen tek şey mevcut sorunlu yapının ayakta tutulması ve borçlanmaya ve tüketime dayalı bir büyüme performansının sürdürülmesi oldu. Ama bu arada yapısal zaafların giderilmesi bir yana, tekrarlanan vergi yapılandırmaları ve sık değiştirilen mevzuat hükümleri ile gönüllü uyumun zayıflatıldığı vergi sisteminde ve saydamlığını yitiren hukuk sisteminde olduğu gibi kurumsal altyapıyı daha da bozan sonuçlar ortaya çıktı. Ayrıca bu kusurlu büyüme dış ticaret ve ödemeler dengesi açığının büyümesine, enflasyonun çift haneye çıkmasına, özel sektörün dış borcunun rekor bir düzeye ulaşmasına, şirket bilançolarındaki bozulmanın bankacılık sistemine risk taşımasına, şirket karlılıklarında düşmeye ve reel ücretlerin gerilemesine yol açtı. İlginç olan da şu ki bu politika yörüngesini onaylayan ve verilen desteklerle geçici olarak sorunlarını çözen şirketler kesimi, kısa bir süre sonra yeniden sıkıntıya girmekte ve temel dinamiklerde iyileşme olmadığı için, yeni destek paketlerine ihtiyaç duymakta. Oysa bu politika yörüngesi ile sağlanacak canlılığın ve büyümenin sürdürülebilir olmadığı, sağlanan büyümenin marjinal maliyetinin giderek arttığı kamu özel bütün kesimlerin bildiği, ama alternatif modellerin külfeti nedeniyle görmezden geldiği bir gerçek. Yüzyılın ilk sekiz yılında ortaya konan yüksek ekonomik performansın, 2017’deki yüksek büyümeye rağmen, son sekiz yılda cılız ve fazlasıyla oynak, kırılgan bir performansa dönüşmesi de aynı sebepten.
Madalyonun bir başka yüzü de reformdan kaçındıkça, yani yapısal parametrelerde gerçek bir dönüşüm yaratmakta ayak sürüdükçe yapısal reform açığımızın artması; yani giderek daha fazla reforma ihtiyaç duyar hale gelmekte oluşumuz. Sürekli paket açıklanmak zorunda kalması, mevzuat düzenlemelerinin kurumsal istikrarı bozacak ölçüde sıklaşması bu yüzden. Tüketimde ve kısa vadede geri dönüşü olan fakat verimliliği düşük inşaat gibi alanlarda ivmelenen canlılığın onca pakete rağmen imalat sanayii yatırımlarına yansımamasının, dış kaynakların da kalıcı yani uzun vadeli doğrudan sabit sermaye şeklinde değil de kısa vadeli portföy yatırımları şeklinde gelmesinin de arkasında yine yapısal ekosisteme güvensizlik yatıyor. Bu da ülkenin üretim yelpazesinde kalite düşüşüne, dolayısıyla ihraç ürünlerinin niteliğinin dünya ortalamasının gerisinde kalmasına yol açıyor.
Bizim bu bağlamda almayı düşündüğümüz tedbirler ise yöntem açısından sorunlu görünüyor: “Yerlileştirme Yürütme Kurulu” kurarak hem yerli sanayinin ithal bağımlılığını azaltmayı, hem de orta ve yüksek teknoloji ürünlerini ihraç edecek bir rekabet gücü kazandırmayı amaçlıyoruz. Yerlileştirme cari açığı azaltır, ama rekabet gücünün bir garantisi değildir oysa. Artık demode kalmış ithal ikameciliğini hatırlatan bir yaklaşımla bugünün ileri teknoloji dünyasında yüksek katma değer üreten bir ekonomik yapı oluşturulamayacağı, aksine küresel sermayenin ve ileri teknolojinin transferini amaçlayan yatırım dostu bir reform programı ile iç dinamikleri ve faktör verimlilikleri geliştirilerek bir üst lige çıkmanın mümkün olacağı daha yakın geçmişte mutabık kaldığımız bir husus değil miydi? Bu anlamda yedi sekiz yıl önce sanayi stratejisi ile ilgili toplantılarda açıklanan “Avrupa ve Avrasya’nın üretim üssü olma” vizyonundan da geriye düşmüş gibiyiz.
Şirketlerimize de büyüme yaramıyor
Hem bizim reel sektörümüzün sorunları çok boyutlu. Bir yandan genelde bir ölçek yetersizliği söz konusu, fakat öte yandan büyük ölçekli işletmelerimizin verimliliği küçük işletmelerimizden daha düşük. Nitekim dış ticaret açığının giderek artan bir bölümü en büyük şirketlerimiz tarafından yaratılıyor. TÜİK verilerine göre çalışan sayısı 50’nin altında olan işletmeler dış ticaret fazlası verirken, orta ve büyük işletmeler dış ticaret açığı veriyor. İhracatın ithalatı karşılama oranı büyük işletmelerde % 50’nin altındayken, orta işletmelerde % 65, küçük işletmelerde ise %100’ün çok üstünde.
Anlaşılan büyüme, sadece ülke düzeyinde değil firma düzeyinde de çarpık gelişmelere ve verimsizliklere yol açıyor. Hal böyleyken bizim kaynak dağılımına, büyüme modeline, vergi rejimine, teşvik politikalarına ve genel olarak reform kavramına bakışımız fazla amatör kalmıyor mu?