Mahmut Cûda’yı düşündüm dün gece
Masa… Çiçekler… Veya meyveler… Özellikle buruşuk bırakılmış bir örtünün üzerindeler… Beyoğlu’nda, Aynalıçeşme’deki evin camlarına yansıyan Haliç… Güneş batıyor… Ressam Mahmut Cûda ile beraberiz… Neredeyse 40 yıl önce…
Aramızdan ayrılalı 32 yıl geçti. İmzaladığı hacimleri küçücük, içindeki sözleri kocaman “Kılavuz’un Böylesi” ve “Bir Bardak Yağmur Suyu İçiverin Gitsin” isimli polemik kitapları o güzel ithaflarıyla ondan bana hatıra kaldı… En büyük mirası ise bıraktığı hatıralar… Hep gözlerimin önünde:
Akşamüzerleri kızıla dönen gökyüzü, evin içini dolduruyor. Az rokoko, yarım Rum stili çok eski İstanbul apartmanının yüksek tavanlı bir odasındaki vazo; tarihe kalacaklarını, onun tuvalinde yıllarca yaşayacaklarını bilmeden günlerdir bekleyen sönmeye yüz tutmuş çiçeklere ev sahipliği yapıyor. Örtünün üzerindeki meyveler çürümeye yüz tutmuş…
Solmanın, çürümenin hüznü bu kez bana geçmiyor. Biliyorum ki onlar, kimbilir hangi koleksiyonerin, hangi müzenin en değerli parçaları arasında dipdiri, taptaze yaşayacak, yaşayacaklar…
Geç saatlere kadar sürüyor sohbetlerimiz…
Daha sonraları Üsküdar, Doğancılar’daki eve taşınıyor Mahmut Cûda… Bu kez Haliç’in ışıklarından uzaktayız, başka bir yakada öyle bir manzaramız yok; ama değişmeyen, 80’li yaşlarındaki bir ustanın coşkusu; onu tanımaktan ve resimlerini atölyesinde izlemekten aldığım zevk…
Tuvallerindeki saydamlık ve doğal renkler, doğal ışık, yalın ama büyüleyici bir şekilde belleğime kazınmış. Özellikle de ışık… Sanki tuvallerdeki resimler de bulunduğumuz mekânlar gibi üç boyutlu… Bir şiir denli güzel…
Cûda’nın o günlerde anlattıklarını, yıllar sonra Kıymet Giray’ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan 2002’de çıkan kitabında okuyorum:
“Gerçek pentür armonisi elde edebilmek isteniyorsa birbirinin tamamlayıcısı olsun olmasın her türlü rengi seçmek olanaklıdır. Ancak bu renklerin tümünün üzerinde belirgin özellikte bir ışığın yansıması zorunludur. Yani bütün tonlarda belirli bir ışık görülecek ve bu ışığın ayrımlı dağılımında ton lokaller yitirilmeyecektir. Başarılı bir armoni ancak bu yöntemle sağlanabilir.”
Bir kuyumcu ustası gibi çalışıyor Mahmut Cûda… Natürmortlarında minik bebekler, cetveller, bardaklar, yani çeşitli objeler yer alıyor. O yılların Faruk Şüyün’ü, Cûda’nın çizdiği bir bardağın şeffaflığı karşısında hayrete düşüyor, o ışığı o gün çözemedi, bugün hâlâ anlamaya çalışıyor…
Cûda’nın natürmortlarındaki objelere veya örtülere evinin çeşitli köşelerinde rastlıyorum. Onlar aslında mutfakta asılı bir bez, salonun bir köşesinde vazo, koltuktaki minder ya da üzerinde kitapların durduğu bir sehpa…
Ayrıntılarla uzun uzun uğraşıyor, bir meyve resmini birkaç ayda bitiriyor Mahmut Cûda… Zaten öyle olması gerektiğini düşünüyor. Tıpkı doğanın çiçeklerini meyveye dönüştürmesinin aylarca sürmesi gibi… Zaten o denli de gerçekçi tuvallerindekiler…
Taşınma sonrası kütüphanemi düzenlerken Cûda’nın resimlerinin olduğu kitapları bir kenara ayırdım. Uzun uzun resimlerine baktım; anılarımdaki eve bir kez daha yolculuk yaptım…
Sahiplerine birebir benzeyen gerçekçi görünümleriyle çok etkileyici portrelerini izlerken onun yalnız natürmort ressamı değil, bir portre ressamı olduğunu bir kez daha düşündüm. Cûda şöyle demişti portreleri için:
“İzleyiciler, portrelerimin modellerine çok benzediği inancındadır. Ne var ki modeller sonsuza dek yaşamayacaklarına göre benzerlik bir sorun olmaktan çıkacaktır. O zaman portrelerin yalnızca sanat değerleri üzerinde durulacağı için teknik ve estetik öğeler aranacaktır. Bu öğelerin başında da hiç kuşkusuz ifade, orantı, volüm, devinim ve renk uyumu gelecektir.”
Evet, Mahmut Cûda doğru söylüyor. Eminim ki bir asır sonra da karikatürden kitap kapağına çok yönlü sanatçılığı ve yapıtları yine konuşulacak…
Ve Faruk Şüyün, onu tanımış olduğu, uzun yaşayan, ancak yapıtlar her zaman genç böyle bir sanatçıyla aynı mekânları paylaştığı, sohbet etme fırsatı bulduğu için daima gurur duyacak…