Lojistik üs: Türkiye
1996 yılında Gümrük Birliği’ni henüz yeni yeni içimize sindirmeye çalıştığımız günlerde bir yazımda; Türkiye’nin lojistik üs olabilme adına her tür coğrafi şarta sahip olduğunu; ama buna rağmen, mevzuatlarımızın pek çok yönden eksikliklere sahip olduğu, antrepoların yetersiz olduğu, hem sayısal olarak hem de kalite olarak antrepoların iyileştirilmesi gerekliliğinden bahsetmiştim. O günden bu yana on beş yıl gibi bir süreci geride bıraktık. Geldiğimiz noktaya baktığımızda ise, antrepoların sayısında önemli bir artış olduğunu; ancak standart oluşturabilme ve kaliteyi yükseltme konusunda ise ciddi bir yol alınamadığını söylemek mümkün. Bugün itibarıyla 2000 civarında olduğu tahmin edilen genel ve özel antrepolar olduğu bilinmekle beraber, önemli sayılabilecek bir değişiklik, antrepoların artık devletin memurlarına değil, Yetkilendirilmiş Gümrük Müşavirleri’ne emanet edildiği.
Ülkemizin içinde bulunduğu durumu, AB kapısını zorlayan bir dönemde olduğumuzu da göz önünde bulundurarak değerlendirecek olursak; öncelikle Türkiye’nin coğrafi durumuna göz atmanın yararlı olacağı kanaatindeyim. Bir yanımızın Avrupa, diğer yanımızın ise Ortadoğu ülkelerine yakın olduğu ve Rusya ile de mesafemizin az olduğu düşünülürse; gerçekte ülkemiz son derece stratejik bir noktada ve lojistiğin de merkezi olabilecek bir konumdadır. Tabi bunun ne kadar farkında olduğumuz ve ne denli avantaja çevirebildiğimiz ise elbette bir tartışma konusu olabilir. Ancak Gümrük Birliği ile başlatılan AB’ye uyum sürecinde mevzuatlarımızı daha fazla inceleyip; mümkün olabildiği ölçüde yabancı sermayedar için bürokrasinin işi ağırlaştırmadığı ve zorlaştırmadığı bir ülke profili çizmenin “lojistik üs olarak tercih edilmemiz anlamında” doğru olacağı kanısındayım.
Bilindiği üzere, bir ticari eşyanın yurtdışından, alıcısı belli olmaksızın ve antrepo işleticisi adına gelerek; daha sonra Türkiye içinde yapılan satışa istinaden; nihai alıcı adına fatura kesilmek suretiyle eşya alıcıya teslim edilebilmektedir. Bu uygulama bakıldığında son derece önemli ve yabancı sermayedarı Türkiye’de ürününü satmaya teşvik edecek bir uygulama olmakla beraber; antrepoların önemini de bir kat daha arttırmaktadır. Elbetteki bu değişikliğin Türkiye’nin lojistik üs olmasını destekleyici önemli bir de misyonu taşıdığını da görmezlikten gelemeyiz.
Ülkemizin stratejik bir coğrafyada bulunduğunu, yaşanan kaos ve karışıklıkları göz önünde bulundurduğumuzda, gün geçtikçe Ortadoğu’daki önemimizin bir kat daha arttığını göz önünde bulundurmamız gerektiğini düşünüyorum. Zira, neyi istediğimizi de iyi bilmemiz gerekiyor. Bugün Uzakdoğu’nun yaklaşık 2 trilyon dolar ithalat yaptığını biliyoruz. Buradan ülkemizin elde etmesi gereken lojistik desteğin %3’ünün bile 60 milyar dolar ettiği ve artarak seyrettiği göz önünde bulundurulursa lojistiğin ne denli önem arzettiği konusunda başka söze gerek kalmayacağını düşünüyorum. Lojistik hizmetleri günümüzde gayri safi milli hasılanın % 10’u düzeylerine tekabül etmektedir ki gerçekten önemli bir oran olduğuna hiç şüphe bulunmamaktadır.
Yıllardır konuşuyoruz ve bu cümleleri sarfediyoruz, biz bir lojistik üs olabilir miyiz, bunun için neler yapmalıyız. Daha ileriki yazılarımda da değinmeyi düşündüğüm, Türkiye’nin master lojistik planını tam anlamı ile yapabildiğimizde ve TİM’in öncülüğünde belirlenen 2023 planı ile paralelliğini de sağladığımızda, Türkiye’nin sadece sözde değil, gerçekte de önemli bir lojistik üs olmaması için hiçbir neden bulunmadığına neredeyse eminim.
Tüm uzman ve bürokratların dikkatlerini bu noktaya çekerek, Türkiye’nin lojistik üs olabilmesi yönünde gerek bürokratik engelleri asgari seviyeye indirecek, gerekse yabancı sermayeyi yatırım ve lojistik üs olabilme yönünde ülkemizi tercih etmeye teşvik edecek önemli adımlar atmayı sürdürmeye davet ediyor; el ele daha güzel bir Türkiye için kolları sıvayalım diyorum.