Kuşbakışı Türkiye’de gelir vergilemesi politikası

VERGİ PORTALI
VERGİ PORTALI [email protected]

Umurcan GAGO

 

Malum hükümet uzun süredir beklenen Yeni Gelir Vergisi Kanunu Tasarısı’nı (Yeni GVK Tasarısı) TBMM’e sevk etti. Tasarının 2013 içinde yasalaşıp 2014’te yürürlüğe girmesi bekleniyor. Dolayısıyla yoğun siyasi gündeme rağmen Türkiye’de gelir vergilemesi sistemini taze bir bakış açısıyla yeniden değerlendirmek için bir fırsat doğmuş oldu. Gelin kuş bakışıyla mevcut sistemimizi vergi ilkeleri ve politikalarımız açısından kısaca irdeleyelim.

Gelir vergilemesinde temel politikalardan biri gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliği gidermektir. Yüksek sosyal yardım ve güvenlik politikaları ile eşitsizlik sorununu gidermeye çalışan Kuzey Avrupa ülkeleri bir yana bırakılacak olursa, Batı’da bunun en yaygın aracı “Robin Hood yaklaşımı” olarak da bilinen artan oranlı gelir vergilemesi rejimi. Başka bir deyişle, tek ve düz oranlı vergilemenin tam tersine gelir ile orantılı olarak kademeli şekilde artan vergileme. Bu sistemde örneğin 100 lira kazanan 15 lira vergi öderken, 1000 lira kazanan ise 150 lira değil 300 lira vergi öder.

Türk gelir vergilemesinde de temel politika artan oranlı gelir vergilemesi. Ancak, son 10-15 yıllık dönemde bu temel politika önemli ölçüde sulandırılmış durumda. Şöyle ki, aktif kazanç doğuracak nitelikteki yani üretime dayalı, örneğin ticari faaliyetlerden, serbest meslek faaliyetlerinden, emeğe dayalı faaliyetlerden (ücret) elde edilen gelirler için artan oranlı gelir vergilemesi uygulanıyor ve vergi oranı %15’den %35’e kadar çıkıyor. Bu oranlar mutlak değer olarak büyük ölçüde karşılaştırılabilir uluslararası uygulamalarla uyumlu. Yani yüksek olduğu söylenemez (artan oranlı olmadığından eşitsizliği daha da körükleyen yüksek dolaylı vergiler de eklenince ortaya çıkan reel vergi yükü meselesi bir kenara bırakılacak olursa). Ancak pasif nitelikli gelir dediğimiz sermaye kazançları açısından (örnek, sermaye varlıklarının satışından kaynaklanan kazançlar, faiz vb. menkul sermaye iratları gibi) vergi oranı büyük ölçüde düz, yani tek oranlı. Dolayısıyla, gelir veya kazanç arttıkça vergi oranı artmıyor.

Artan oranlı gelir vergilemesi uygulaması mekanik olarak beyanname verme zorunluluğunu ortaya çıkartıyor. Zira stopaj suretiyle, kaynakta kesinti yoluyla, peşin (avans) olarak toplanan vergilerde artan oranlı vergi uygulanması teknik olarak çok zor. Ancak, stopaj uygulaması peşin (avans) mahiyetinde kaldığı müddetçe, yani vergileme döneminin sonunda beyan edilen gelir ve kazanç üzerinden artan oranlı olarak hesaplanan vergiden mahsup edildiği sürece, zaman değeri açısından yaratılan sapma bir yana, artan oranlı gelir vergilemesi uygulamasına aykırılık teşkil etmiyor. Ancak stopaj uygulaması nihai gelir vergilemesi halini alıyorsa artan oranlı gelir vergilemesi uygulamasına aykırılık oluşturuyor. Türkiye’de pasif nitelikli gelir dediğimiz sermaye kazançları açısından (para ve sermaye piyasası araçlarından elde edilen kazanç ve gelirler gibi) büyük ölçüde stopaj nihai vergi yükünü oluşturuyor. Örneğin, 2006 yılından bu yana Türkiye’deki finansal varlıklardan (para ve sermaye piyasası araçlarından) elde edilen kazanç ve gelirler 2016’de dek uygulanmak üzere getirilmiş olan Gelir Vergisi Kanunu’nun geçici 67’nci maddesine göre stopaja tabi ve stopaj büyük ölçüde nihai vergi.

Ekonomik kalkınma amacıyla pek çok ülkede genel olarak veya belli sektörlerde üretimi artırmak için aktif nitelikli gelirlerin daha düşük oranlı efektif vergiye tabi olması tercih ediliyor. Oysa Türkiye’de aktif nitelikteki kazanç ve gelirler %35’e varan oranlarda vergilendirilirken, pasif kazançlar kaynağın türüne bağlı olarak %0, %10 veya %15 gibi çok daha düşük efektif vergi yüküne tabii. Dolayısıyla, mevcut haliyle Türk gelir vergilemesi sisteminin ekonomik politika olarak pasif nitelikteki gelir ve kazançları teşvik ettiğini söyleyebiliriz. (Gerçi bu durumu biraz olsun dengeleyebilmek için pek çok istisna ve teşvik aracına ihtiyaç duyuyor böylece vergi sistemimizi daha da karmaşık hale getiriyoruz. Ama özel bazı durumlara ilişkin teşvik ve istisnaları bir kenara bırakacak olursak, genel pasif kazançların daha ziyade teşvik edildiğini söylemek yanlış olmuyor.)

Pasif nitelikli gelir ve kazançların aktif nitelikli kazançlara kıyasen daha düşük efektif vergi yüküne tabi olmasını doğru bulanların en önemli savı pasif geliri oluşturan sermayenin ilk elde edildiğinde zaten vergilendirilmiş olması. Bu sav sermaye haline gelen gelir ve kazançların sermaye haline gelmeden önce zaten vergilendirilmiş olduğu varsayımına dayanıyor ve kulağa mantıklı geliyor. Ancak, bu varsayımın bile ne ölçüde doğru olduğu tartışmalı. Sermayenin kaynağını oluşturan her tür gelir ve kazancın zaten vergilendirildiğini söylemek ve bunu ispat etmek pek de mümkün olmadığı gibi, örneğin serbest meslek faaliyetlerinde olduğu gibi maddi olmayan sermayenin (örnek: bilgi) veya ticari kazançlarda olduğu gibi maddi sermaye yatırımı sonucunda doğan gelirin neden artan oranlı vergilendirildiğini de açıklamak güç. Pasif kazançlarda enflasyon etkisinden kaynaklanan reel olmayan gelirin vergilendirilmemesi gereği ise vergi adaleti açısından son derece doğru ama ülkemizde mevcut ekonomik durumun reel-reel olmayan gelirler arasında bu kadar aşırı bir fark yaratmadığı da açık.Hiç değilse, bu savların aktif ve pasif kaynaklı kazanç ve gelirler arasında yarattığı %35’e varan oranlardaki ciddi farkı adil kıldığını söylemek güç.

Türk gelir vergilemesi politikalarından bir diğeri de [uzun vadeli] yurtiçi tasarrufu artırmak. Bunu sağlamak amacıyla örneğin, Türk para ve sermaye piyasası araçlarından elde edilen kazanç ve gelirlerde kaynağın türüne bağlı olarak %0, %10 veya %15 oranında efektif vergi yükü olduğu halde, yabancı para ve sermaye piyasası araçlarından elde edilen kazanç ve gelirler ise %35’e varan oranlarda vergilendiriliyor. Bu farkın arkasındaki politika aşikar (her ne kadar vadenin uzun olmasını sağlayacak araçlar oldukça limitli olsa da). Ancak yurtiçi ve yurtdışı kaynaklı kazanç ve gelirler arasında %35’e varan oranlardaki bu ciddi farkın bir diğer sonucu ise mükelleflerin bu kazançlarını mümkün mertebe hiç beyan etmemesi. Bugüne dek idarenin de yurtdışı kaynaklı gelir ve kazançları etkin bir şekilde takip edemediğini düşünürsek, bu durumun bir diğer sonucu ise sık sık Varlık Barış’ı (bknz, 2008, 2011, 2013) ilan etme zorunluluğunun doğması. Her vergi affında olduğu gibi Varlık Barışları da vergiye gönüllü uyum göstermiş olan mükelleflerin kendilerini kötü hissetmesine ve giderek uyum göstermek konusunda daha az gönüllü olmasına sebebiyet veriyor. Bu da bir sarmal halini alıyor.

Ümit edilenin aksine Yeni GVK Tasarısı bu durumu iyileştirici önemli bir değişiklik getirmiyor. Aksine, aslında 2016’de dek uygulanmak üzere getirilmiş olan Gelir Vergisi Kanunu’nun Geçici 67'nci maddesini kalıcı hale getiriyor. Böylece, artan oranlı gelir vergilemesi politikasından daha da kalıcı olarak uzaklaşılmış oluyor. Eğer TBMM tasarıyı kabul edecek ise bunun tamiri açısından nihai efektif vergileme mahiyetinde olan stopaj oranlarının artırılması veya artan oranlı gelir vergisi oranlarının düşürülmesi suretiyle aktif ve pasif, yurtiçi ve yurtdışı kaynaklı gelir ve kazançlar arasındaki vergisel uçurumun daraltılması teknik olarak mümkündür. Ancak kuşkusuz öncelikle vergi adaleti açısından bir sorunun olup olmadığı konusunda konsensusun olması gerekir. 2008 sonrası küresel durum konsensusun sağlanması açısından uygun bir ortam yaratmakta ise de, sorun algılaması noktasında Türkiye’de hala güçlü bir ses çıkmadığı görülmektedir.

Ben naçizane olarak ortada bir sorun olduğunu düşündüğümden ve Yeni GVK Tasarısı’nın bu yapısal sorunu çözmekten uzak olması nedeniyle, hayal kırıklığı yaşıyorum. Ama belki de yanılıyorumdur. Her geçen yıl ne kadar az şey bildiğimi ve ne kadar çok yanılabildiğimi görüyorum. Bunu da size yazının başında değil sonunda söylemek istedim ki, “adam daha kendinden emin değil” diye düşünerek okumayı baştan bırakmayınız. Sıkılmadan sonlara kadar okuduysanız da beni mazur görecek olgunluktasınız diye umuyorum.

 

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar