Kurtarma paketi ve vergi mükellefi

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

ABD'de başkan adayları McCain ve Obama'nın televizyondaki tartışmasını izleyenler bir kez daha görmüştür: Gelişmiş ülkelerde politikacıların görüşlerini açıkça beyan etmeleri istenen konuların en önemlilerinden biri de kamu maliyesi ve özellikle vergilerdir. Üstelik onlar da dünyadaki diğer politikacılar gibi değişik seçmen kesimlerini ürkütmek istemedikleri halde, kamuoyu beklentilerinden dolayı buna zorlanır. Ayrıca bu yıl konut kredileri gibi sokaktaki adamı ilgilendiren bir alanda patlak veren ve bütün ekonomiyi etkisi altına alan finans krizine çare olsun diye hazırlanan 700 milyar dolarlık büyük kurtarma paketinin de gündemde oluşu ve ancak bazı popülist eklentilerle ikinci denemede onaylanması, yükü şimdilik taşıyacak olan devletin hazinesi, yani ülkedeki vergi mükellefleri olduğu için bu konuyu daha fazla öne çıkarıyor. Bugün bu tartışmaların içeriği ile ilgili bazı hususlara ve Türkiye yönünden yaptığı bazı çağrışımlara değineceğiz.

Kriz, zarar ve nakit akışı

Bayram öncesinde de yazdık, mükemmel bir piyasa ekonomisinde oyunun kuralları, risklerin tanımı, gözetim sistemi, saydamlık açısından boşluk olmaması çok önemlidir ve devlet bunu sağlamakla yükümlüdür. Son kriz gösteriyor ki ABD gibi piyasa ekonomisinin mabedi sayılan bir ülkede bile devlet bu görevini aksatırsa maliyeti büyük oluyor. Bu nedenle doğan krizde devletin inisiyatif almasında ve hiç değilse muhtemel zararı azaltmaya çalışmasında ilke olarak yanlışlık yok.

Bu bağlamda kurtarma operasyonuna karşı çıkanların ileri sürdüğü en ciddi argümanlardan biri devletin böylece ahlaki bir riske yol açacağı, çünkü karları özel firmalarda kalan sistemin sadece zararlarının millileştirilmiş olacağı ve vergi mükelleflerine ödetileceği şeklinde. Oysa bu görüş iki nedenle zayıf: Birincisi müdahale yapılmaması halinde baş gösterecek çöküntünün herkese ve özellikle korunmak istenen vergi mükelleflerine çok daha ağır bir fatura getirmesi ihtimali, ikincisi iş hayatındakilerin bile sıkça yaptıkları bir hata ile bilanço/nakit yönetimi ile kâr/zarar hesabının birbirine karıştırılması. Gerçekten şu anda söz konusu olan öncelikle piyasada kaybolan güveni tesis etmek ve bunun için şüpheli hale gelmiş alacakları (bunları temsil eden kağıtları) millileştirmektir. Sisteme bu şekilde sağlanacak likidite, piyasayı ve piyasada yer alan kurumların/oyuncuların birbirine güvenini canlandırmak için kaçınılmaz. Zaten ABD hükümeti de krizin etkileri sadece ilgili şirketler ile sınırlı kalsaydı müdahale düşünmeyeceğini vurguladı. Öte yandan bu bir nakit akışıdır, zarar değildir. Varlık fiyatlarında denge oluşmamış ve zararlar kesinleşmemiştir. Üstelik operasyon yapılmazsa oluşacak zararın büyüyeceği kesindir ama yapılırsa zararın küçülmesi muhtemeldir. Tabii ki nakdin nasıl dağıtılması gerektiği ve uygulanacak yöntemler tartışılmalıdır ama böyle bir likidite desteğine gerek olmadığını iddia etmek ya kolaycı muhalefet, ya da cehalet dışında mümkün değildir. Nitekim iki başkan yardımcısı da böyle bir pozisyon almaktan kaçındılar ama doğal politikacı refleksiyle net bir görüşte belirtmediler. Haksız da değiller, çünkü plan başarılı olsa da olmasa da politikacılara fazla prim yapma imkanı vermeyecek.

Oluşan krizi finans sitemi oyuncularındaki ahlak bunalımı ile açıklamak da şimdilerde yaygınlaşan bir moda. Hatta konuyu bu sektörde çalışan harika çocuklara suçu yükleyip işin içinden sıyrılmaya vardıranlar da var. Oysa sorun risk yönetimi ve gözetim yönünden gevşek ve geç davranılmış olmasındadır; yani zaaf, sistemdedir. Yoksa yetenekli insanlara her sistemde ihtiyaç vardır.

Vergi mükellefi ve kamuoyu

Krizin maliyeti ile vergi mükellefleri arasında böyle birebir ilişkinin Türkiye'deki krizlerde en azından bu yoğunlukta gündeme gelmemesi, genellikle bizde vergi mükellefi sayısının azlığıyla açıklanır. Gerçekten de kimse, kendi cebinden çıkmayan paraların nerelere harcandığıyla pek ilgilenmez. Oysa bu akıl yürütme, dolaysız vergiler için doğrudur ama aslında bütün toplum, dolaylı vergiler ya da enflasyon yoluyla yükü paylaşır. Şu kadar ki bu şekilde ödenen vergi hissedilmez, bir mükellef bilinci oluşturmaz. Uzunca bir süredir gündemde olan gelir vergisi reformu ile, belki oranı da azaltarak, vergi tabanını genişletmek yani mükellef sayısını artırmak, ülkedeki demokratik işleyişi güçlendirmek yönünden de olumlu bir etki yapacaktır.

Dikkat ederseniz bizde politikacıların tartışmalarında vergi konusu pek yer tutmaz; kamuoyundan da onlara bu yönde bir baskı gelmez. Bunda milli gelirin yüksek olmamasının da payı vardır ama asıl neden, ekonominin kayıtlı bölümünün ve kendini mükellef hisseden kitlenin küçüklüğüdür. Ayrıca aynı gemide olduğumuz ve sorunlarımıza ortaklaşa çözüm bulmamız gerektiği yolunda bir uzlaşma kültürüne henüz sahip olmayışımızın da etkisini göz ardı etmemeliyiz. Bırakın kriz reçetelerini, normal zamanlarda dahi kamu harcamalarını hangi alanlarda kısıp hangilerinde arttıracaklarını, ya da hangi faaliyetlerin veya kesimlerin vergilerini yükseltip hangilerini düşüreceklerini açıkça ifade etmeye politikacıları zorlayacak bir kamuoyu, bu yapısal ve kültürel dönüşümü sağlamadan oluşmuyor.

Teşviklere dikkat

ABD'de başlayan krizin hatırlattığı bir şey daha var: Teşvik tedbirleri getirilirken, kurumsal altyapıyı mutlaka dikkate almak, yetersizse geliştirmek zorunlu. 2007 yılının başında konut finansmanı ile ilgili yasa taslağı tartışılırken, BSMV'nin kalkmasının yeterli olmadığı, gelir vergisi avantajının zorunlu olduğu çok savunuldu. Biz ise ikincil piyasaların yani destek fonlarının bulunmadığını, aşırı teşviğin böyle bir ortamda bir krize yol açabileceğini yazdık. (DÜNYA 6 Mart 2007) Neyse ki çıkan yasa, böyle bir gereksiz teşvik getirmedi, yoksa bizde kendi çapımızda bir konut finansmanı krizi yaşayabilirdik.

Kısaca piyasa ekonomisinin kuralları değişmez. Değişen risk yönetimi ve gözetim sistemlerinin düzeyi ve saydamlığıdır.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019