Küresel nüfus artışında sonun başlangıcı
21. yüzyıl ilerledikçe insanlığı en çok ilgilendiren sorunlardan biri nüfusun azalması olacak. Bu önerme ilk bakışta çoğumuz için şaşırtıcı olsa gerek. Biliyoruz ki dünya nüfusu geçen yüzyılda hızla arttı. 1950’de yerkürede 2.5 milyar insan yaşıyorken 2022 sonunda 8 milyarı geçtik. Bu yazıyı yazmaya başladığımda dünya nüfusu (tahmini) 8 milyar 99 milyon 752 bin 686 idi. Siz bu yazıyı okurken, diyelim iki gün sonra, dünya nüfusu yaklaşık 400 bin kişi artmış olacak. Ancak uzun vadede görünüm oldukça farklı.
Veriler ne diyor?
Dünyanın en prestijli tıp dergilerinden The Lancet’de geçtiğimiz hafta yayınlanan bir çalışma küresel nüfus dinamiklerine dair düşündürücü bir tabloyu ortaya koyuyor.* Çalışmaya göre elimizdeki veri pek çok ülkede nüfusun uzun vadede önemli ölçüde azalacağına işaret ediyor. Hemen her şeyin anlık değiştiği günümüzde on yıllar sonrası için plan yapmak zor. Ancak bu ölçekte demografik dönüşümlerin yaratacağı yeni koşullara uygun stratejiler üzerinde düşünmeye başlamak gerek.
Bilim insanlarının nüfus dinamiklerini izlemek için kullandıkları temel gösterge toplam doğurganlık oranı (total fertility rate). Bu oranın 2.1 olması nüfusun sabit kalması anlamına geliyor. The Lancet’te yayınlanan çalışmaya göre, 1950’de toplam doğurganlık oranı 4.84 iken 2021’de 2.23’e inmiş. Yani şu anda 20’nci yüzyılın ikinci yarısındaki artış hızının yarısından daha az hızla artan bir dünya nüfusu var. Asıl dikkat çekici olan ise geleceğe yönelik tahminler.
Araştırmadaki projeksiyonlar nüfus artışına yönelik farklı politika tercihlerini içeren senaryolar üzerinden kurulmuş. Mevcut politikaların devamını esas alan referans senaryoya göre 2050’de küresel doğurganlık oranı 1.83 olurken, bu rakam 2100’de 1.59 olarak öngörülüyor. En “olumlu” senaryoda dahi nüfusun sabit kalması için gereken 2.1 oranının çok altında gerçekleşecek doğurganlık oranları söz konusu.
Bölgesel trendler
Küresel ortalamalar kadar nüfus artışının coğrafi dağılımı da önemli. Araştırmaya göre 2050’de her dört ülkenin üçünde doğurganlık oranı 2.1’in altına inecek. 2050’de bu oran “gelir düzeyi yüksek” ülkelerde 1.43 olurken, Japonya (1.26) ve Güney Kore (0.82) gibi nüfusu halihazırda azalan ülkeler ciddi bir demografik dönüşüm yaşayacaklar.
Bölgelere göre öngörülen doğurganlık oranları 2050 ve 2100 için sırasıyla şöyle: Batı Avrupa (1.44 ve 1.37), Latin Amerika (1.57 ve 1.31), Kuzey Afrika ve Ortadoğu (1.94 ve 1.64), Güney Asya (1.36 ve 1.10), Güney Doğu ve Doğu Asya (1.37 ve 1.30). Buna karşılık Sahra Altı Afrika’da doğurganlık oranı 2050’de 2.72 ve 2100’de 1.81 olarak hesaplanmış.
21’inci yüzyıldaki yeni doğumların büyük bölümü Afrika’da olmakla birlikte yüzyılın sonunda bu coğrafyada dahi nüfus trendi aşağıya dönmüş olacak. 2100 itibariyle sadece 6 ülkede nüfusun hâlâ artıyor olması bekleniyor: Afrika’da Çad, Nijer ve Tonga, Pasifik adaları Samoa ve Tonga ve son olarak Tacikistan.
Referans senaryoda Türkiye için öngörülen değer 2050’de 1.32 ve 2100’de 1.17. Doğurganlığı teşvik eden politikaların izlendiği varsayılan senaryoda ise Türkiye için hesaplanan oranlar 1.52 ve 1.37.
Uzun vadeli planlama
Fizikçi Niels Bohr’a atfedilen bir söz vardır, “Tahmin yürütmek güçtür, özellikle de gelecek hakkında.” Bundan 25-75 yıl sonrası için yapılan tahminlerde hata payı mutlaka olacaktır. Ancak şurası da gerçek ki, nüfusun arttığı dönemin sonuna geliyoruz insanlık olarak. Azalan nüfusun, doğal kaynakların tükenmesi, biyo-çeşitlilik kaybı ve iklim krizi gibi sorunlar açısından önemli etkileri olacağı düşünülebilir.
Bununla birlikte endüstri devriminden bu yana iktisadi kalkınmanın esas unsurlarından birinin nüfus artışı olduğunu göz ardı etmemek gerek. Nüfusun azaldığı ve yaşlandığı coğrafyalarda geleneksel anlamda iş gücü azalacak, talep örüntüleri ve inovasyon süreçleri değişecek. Demografik dinamiklerin hızlandıracağı bölgeler arası nüfus hareketlerini yönetecek küresel politikalara da ihtiyaç artacak.
Yapay zekâ ve otomasyon temelli teknolojik uygulamaların yaygınlaşması nüfus dinamiklerinin üretim süreçleri üzerindeki olumsuz etkilerini yumuşatacaktır. Ancak yeni iktisadi modellere geçiş sürecinin uzun ve çetrefilli olacağını ve ekonomik olduğu kadar toplumsal ve siyasi maliyetleri beraberinde getireceğini unutmamak gerek.
*https://www.thelancet.com/journals/lancet/article/PIIS0140-6736(24)00550-6/fulltext