Krizlerin üretim ve istihdam üzerindeki etkileri

Fatih ÖZATAY
Fatih ÖZATAY EKONOMİDE UFUK TURU [email protected]

Bugün güncelden biraz uzaklaşıp, genel olarak krizlerde olan bitene bakmak istiyorum. Çok çeşitli kriz isimleri var: Para krizleri, ödemeler dengesi krizleri, bankacılık krizleri, finansal krizler... Ödemeler dengesi krizlerini bir tarafa bırakırsak, kabaca ikili bir ayrıma gidebiliriz: Bankacılık krizleri ve para krizleri.

Kimi zaman para krizleri ve bankacılık krizleri birlikte patlak veriyorlar. Finansal kriz diyenler de var bu birlikteliğe. Bu durumda çok daha 'öldürücü' oluyorlar. Kabaca tanımlamak gerekirse; para krizinden kast edilen, dövize hücum şeklinde bir spekülatif atak sonucu döviz kurunun göğe sıçraması ve döviz kuru rejiminin çökmesi. Bankacılık krizinden kast edilen ise, finansal sektörde bir deprem yaşanması ve sonucunda bazı finansal kurumların batması, kalanların da sermayelerinin önemli ölçüde erimesi.

Para krizleri

Para krizi patlak verdiğinde gözlenen ilk gelişme genellikle faizlerde sıçrama ve merkez bankalarının döviz rezervlerinde erime oluyor. Finansal yatırımcılar ellerindeki yerli para cinsinden hisse senetleri, hazine tahvilleri gibi finansal varlıkları bir an önce dövize çevirmek istiyorlar. Geç kalan, sıçrayacak döviz kuru nedeniyle elindeki yerli para cinsinden finansal varlığın döviz cinsinden karşılığının keskin bir biçimde düşeceğinden korkuyor.

Bu, döviz kurunun sıçrama eğilimi göstermesi demek.  O ülkedeki merkez bankası kurun sıçramasını istemiyorsa, döviz piyasasına müdahale ediyor. Bunu iki yolla yapıyor: Yüklü miktarda (varsa tabii) döviz satıyor ve faizleri yükseltiyor. Bir süre sonra bu çabalar çare olmayınca kur sıçrıyor.

Genellikle, para krizlerinde bu üç önemli değişkenin birlikte hareket ettikleri gözleniyor: Döviz kuru ve faiz sıçrıyor, rezervler düşüyor. 'Genellikle' çünkü merkez bankaları döviz piyasasına müdahale etmemeyi tercih ederlerse, döviz rezervleri erimiyor.

Aynı zamanda bu ülkelerin iflas riski (kredi riski artıyor). Artıyor, çünkü bu ülkenin borçlarını geri ödemekte zorlanacağı düşünülüyor. Bu durumda, kriz dönemlerinde, eğer kriz sadece söz konusu ülkede çıkıyorsa bu ülkenin kredi riski açısından diğer ülkelerden ayrıştığını gözlüyoruz. Bir yandan kur ve faizde sıçrama ya da yavaş yavaş yükselme, diğer yandan ekonomiye duyulan güvenin azalması.

Bankacılık krizleri

Doğrudan bankalara 'hücum' edilmesi de bankacılık krizleri  yaratabiliyor. Hücum edenler mevduat sahipleri. Bankalarından paralarını çekmek için sıraya giriyorlar. Bunu gören başka bankaların müşterileri kendi bankalarında da sorun olabileceğini düşünüyorlar. Onlar da paralarını çekmeye koşturuyorlar.

Tarihte bu tür krizlerden bol miktarda var. Son küresel krizde, mesela İngiltere'de Northern Rock bankasının önünde kuyrukta bekleyen mevduat sahiplerinin fotoğrafları hâlâ canlı belleklerimizde. Bu panik yaygınlaşmasın diye merkez bankaları devreye giriyor. Bankaların mevduat sahiplerine borçlarını ödeyebilmeleri için onlara nakit desteği (likidite) sağlıyorlar.

Krizler, 2001 Türkiye krizinde olduğu gibi doğrudan bankacılık sektöründeki sorunlara bağlı olarak da çıkabiliyor. Bankacılık sektöründeki sorunların ekonominin başına bela olacağı düşünülüyorsa dövize hücum başlayabiliyor. Bankaların döviz borçları çok fazla ise anında birkaç banka batak duruma düşebiliyor.

Şirketler de bu krizden nasiplerini alıyorlar. Bankalar birbirlerine ve şirketlere kredi musluklarını kapatıyorlar. Şirketler ödeme güçlüğüne düşüyorlar. Böylece bankacılık krizi ile para krizi birleşmiş oluyor. Finansal sektörde böylesine bir kriz giderek yaygınlaşabiliyor. Son küresel krizde olduğu gibi.

Reel sektöre etkiler

Bankacılık krizinin illa ki para krizine dönüşmesi gerekmiyor. Tersi de doğru; para krizinin illa ki finansal sektöre sıçraması gerekmiyor. Ama önemli olan nokta şu: Bazı bankaların batması, faizdeki ve kurdaki artış ile döviz rezervlerindeki azalma başka hiçbir değişkeni etkilemeselerdi pek de sorun yoktu.

Ama böyle bir ortamda bankalar daha ihtiyatlı oluyorlar. Zira sonuçta kredi piyasası herhangi bir mal piyasası gibi çalışmıyor. Malı satıp anında parasını tahsil etmiyorsunuz. Banka parayı veriyor,  karşılığında ise belli bir süre sonra 'ödeme sözü' alıyor. Elbette banka salt bu sözle yetinmiyor, teminat da istiyor kredi açtığı şirketten. Ama kriz ortamında o teminatların da değeri düşüyor; nakde çevirmek isterseniz hemen çeviremiyorsunuz, bunun üstelik bir maliyeti var. Bu durumda "ne olur ne olmaz" diye o da temkinli bir davranış içine giriyor. Yeni kredi açmakta nazlanıyor. Açtığı kredilerin bir kısmını vadesi gelmeden geri çağırıyor ya da ek teminat ver diyor şirkete.

Sonuçta şirketler kesimi zor duruma düşüyor. Ama zorluğun tek nedeni bankaların temkinli olma isteklerinden kaynaklanan sorunlar değil. Yatırımların ertelenmesi ve tüketicilerin daha az harcama eğilimleri onların daha az mal satması anlamına geliyor. İki vardiya çalışan fabrika bir vardiyaya düşüyor, belki biraz ek mesaiyle idare ediyor. Koşullar kötüleştikçe fazla mesailer kalkıyor, haftalık ya da aylık fabrika kapatmalar başlıyor.

Önce çoğu şirket işçisini kaybetmek istemiyor; hele o işçiler vasıflıysa, onlara işbaşı eğitimi vermişse, sonuna kadar dayanıyor. Ama talep yoksa üretim de yok; işçi çıkarmalar başlıyor. Bu bir süre sonra daha az gelir, daha az tüketim, daha çok işçi çıkarma demek. Şirketlerin bir kısmının ödeme güçlüğüne düşmesi demek aynı zamanda. Banka bilançoları bozuluyor. Kredi piyasası iyice kuruyor. Bu ortamda bankalar da birbirlerine güvenmiyorlar. Normal koşullarda birbirlerine borç veren bankalar, hangi bankanın ne durumda olduğunu bilemediği için, nakit tutmayı (likit kalmayı) tercih ediyor. Bazı bankalar nakit sıkışıklığı içine düşüyorlar. Panik para arayışları faizleri daha da yükseltiyor. Ekonomiye duyulan güven iyice yerlerde sürünmeye başlıyor…

Bir finansal kriz sırasında döviz kuru göğe sıçramayabilir. Biz böyle bir dönemi kriz olarak yorumlamayacak mıyız? Son küresel kriz sürecinde Türkiye'de yaşanan tam da buydu. 2008'in sonunda ve özellikle 2009'un ilk çeyreğinde ekonomimiz çok hızlı bir şekilde küçülür ve işsizlik sıçrarken, paramızın dolar ya da Euro karşısındaki değerinde pek de bir oynama gözlenmiyordu.

Açık ki, geniş halk kitleleri açısından önemli olan büyüme ve işsizlik. Öte yandan, kur ve faizdeki gelişmelerin, borsa ya da finansal kurumlarda olan bitenin büyüme ve işsizlik üzerine önemli etkileri var. Hepsine bir bütün olarak bakmak gerekiyor.

Krizler ve büyüme

İktisatçılar eski krizlere bakarak önemli makroekonomik değişkenlere ilişkin saptamalar yapmaya çalışıyorlar. Bu tür çalışmalardan biri Michael Bordo ve arkadaşları tarafından yapılmış ve 2001 yılında yayınlanmış.1 Öncelikle krizlerde ortaya çıkan milli gelir kayıplarıyla ilgililer.

Milli gelir kaybını potansiyel milli gelirden sapma olarak tanımlıyorlar. Potansiyel gelirin nasıl hesaplandığı teknik bir ayrıntı; şu anda önemli değil. 1973-1997 döneminde elli altı ülkenin verilerine göre milli gelir kayıpları şöyle: Para krizlerinde ortalama yüzde 5,9, bankacılık krizlerinde yüzde 6,2, ikisinin birlikte gözlendiği krizlerde ise yüzde 18,6. Bu milli gelir kaybı para krizlerinde ortalamada 2,1, bankacılık krizlerinde 2,6, ikiz krizlerde ise 3,8 yılda oluşuyor.

Daha güncel bir çalışma Carmen Reinhart ve Kenneth Rogoff tarafından gerçekleştirilmiş.2 Yazarlar 14 tane kriz ele alıyorlar. 'Büyük beşli' dedikleri İspanya 1977, Norveç 1987, Finlandiya 1991, İsveç 1991 ve Japonya 1992 krizleri. Bunların dışında meşhur 1997-1998 Güney Doğu Asya krizi var: Endonezya, Filipinler, Kore, Malezya, Tayland. Hong-Kong krizini de katıyorlar bunlara. Daha sonra Kolombiya 1998, Arjantin 2001 var. Tarihten ise Norveç 1899 ve ABD 1929'u de inceliyorlar.

Bu krizlerde ortalamada milli gelir yüzde 9,3 oranında azalmış. Bu azalmayı kriz öncesi dönemle büyüme hızının en düşük olduğu dönem arasındaki yıllar için ölçüyorlar. Bu süre yine ortalamada 1,9 yıl olmuş.

Vurguladıkları bir diğer bulgu şu: İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki krizler dikkate alındığında, gelişmiş ülkelerdeki gelir kaybı yükselen piyasa ekonomilerdekine kıyasla daha düşük. Bunun olası bir nedeni olarak, bu ülkelerin yaşadıkları krizler sırasında bu ülkelere yabancı sermaye akımlarının bıçak gibi kesilmesi, daha önce gelenlerin de kaçmasını gösteriyorlar.

Kısaca Türkiye'ye dönelim şimdi. Her çeyrek itibariyle son dört çeyreğin GSYH değerlerinin toplamını (yani son yılın GSYH'sini) alacağım. Kriz öncesindeki en yüksek değer ile krizi sonrasındaki en düşük değerleri dikkate alarak, o dönemdeki küçülme hızını hesaplayacağım.

Bu basit hesap sonucunda ortaya çıkan gelir kayıpları şöyle: 1994.I - 1995.I arasında yüzde 6,5, 1998-III - 1999.IV arasında yüzde 5, 2001.I - 2001.IV arasında yüzde 6 ve 2008.III - 2009.I arasında yüzde 4,8. Son krizde bu kaybın tüm 2009'da süreceği dikkate alındığında ve 2009 için 'masum' bir yüzde 5,7'lik küçülme hızı kabul edildiğinde ortaya çıkan kayıp yüzde 4,8 yerine yüzde 7,1 oluyor. Aslında kişi başına gelir düzeyi açısından kayıpların daha da yüksek olduğu açık.

Krizler ve işsizlik

Küçülen bir ekonomide işsizlikte artıyor. Kaldı ki işsizliğin yükselmesi için ekonomilerin illaki küçülmesi de gerekmez. Yeteri kadar düşük bir büyüme hızı da bunu sağlar.

Carmen Reinhart ve Kenneth Rogoff'un yukarıda sözünü ettiğim çalışmasındaki işsizlik bulgularına dönelim. İnceledikleri on dört krizde işsizlik oranı ortalama olarak yedi puan artmış. Bir örnek: Gelişmiş ülkelerin 2008 yılındaki ortalama işsizlik oranları yüzde 5,8. Euro Bölgesi'nde bu oran iki puan daha yüksek. Dolayısıyla, krizlerde işsizlik oranlarında çok yüksek bir artış olduğu hemen belirginleşiyor. Vurgulanması gereken bir diğer nokta, ekonomik küçülme döneminin yukarıda belirtildiği gibi bu krizlerde ortalama 1,7 yıl sürmüş olmasına karşın, işsizlik artışının 4,8 yıla yayılmış olması.

Küresel krize ilişkin IMF'nin tahminleri şöyle: Gelişmiş ülkelerde 2008'e kıyasla işsizlik oranının 2009'da 2,3 puan, 2010'da ise 3,4 puan daha yüksek olacağını öngörüyor. ABD için bu iki yıllık dönemde işsizlik oranındaki artışın 4,3, Euro Bölgesi'nde ise 3,9 puan olacağı tahmin ediliyor.

Türkiye'ye bakalım bir de. Mayıs ayına ait işsizlik verileri geçenlerde açıklandı. İşsizlik bir yıl öncesinin aynı dönemine kıyasla yine yüksek düzeyde seyrediyor. Nisan ayında işsizlik oranı bir yıl öncesinin aynı dönemine kıyasla 5 puan artarak yüzde 14,9'a çıkmıştı. Mayıs ayında işsizlik oranındaki artış 4,4 puana düştü. Bu düşüşe karşın, işsizlik oranındaki artış oldukça yüksek ve krizin ilk çıktığı ülkelere göre daha fazla.

Peki, önceki krizlerde durum nasıldı? Tanım değişiklikleri nedeniyle 2009'daki işsizlik oranlarını 2001'dekilerle karşılaştırmak mümkün değil. Ama 2001 krizinde olan biten hakkında, kriz sonrası dönemin işsizlik oranları ile krizin hemen öncesi dönemin işsizlik oranlarını karşılaştırarak bir fikir elde edebiliriz. Durum şu: 2001'in son çeyreğindeki işsizlik oranı 2000'nin son çeyreğindekine kıyasla 4,2 puan daha yüksek. Kısacası, krizlerde işsizlik oranımız önemli ölçüde yükseliyor.

Yazıda sözünü ettiğim çalışmalar şunlar: 1) M. Bordo, B. Eichengreen, D. Klingebiel ve M. S. Martinez-Peria, 2001, Is the Crisis Problem Growing More Severe? (Kriz Problemi Daha Keskinleşiyor mu?), Economic Policy, 32, 53-82. 2) C. R. Reinhart ve K. S. Rogoff, 2008, The Aftermath of Financial Crisis (Finansal Krizlerin Sonrası), American Economic Association toplantısında 3 Ocak 2009'da  San Francisco'da sunulan tebliğ.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Havuz problemi 01 Ağustos 2018
Elbette zor ama mümkün 20 Haziran 2018
Bazı basit gerçekler 06 Haziran 2018