Kredi artış oranını idari kararlarla artırmak mümkün mü?
Sonuncusu hariç altı yazı üst üste mevcut kırılganlıklarımıza dikkat çekmeye çalışan yazılar yer aldı bu köşede. İçiniz sıkılmıştır diye, son yazımda, oldukça çaba harcadıktan sonra olumlu sayılabilecek bir konu buldum ve üzerinde çalışılan bireysel emeklilik tasarısı hakkında dikkatimi çeken noktalara yer verdim. Ne var ki yazının mürekkebi kurumadan kırılganlığımızı artırabilecek bir karar alındı ve Resmi Gazete’de yayınlandı. O karara geçmeden önce bazı verileri paylaşmak istiyorum.
Bankaların kredi açarken kullandıkları temel kaynak topladıkları mevduat. Bunun dışında yurtdışından borçlanarak ya da tahvil ihraç ederek topladıkları fonları krediye dönüştürebilirler. Türkiye’de yaygın olarak ilk ikisi kullanılıyor. Çeşitli ülkelerin deneyimlerinden ve temel bankacılık ilkelerinden biliyoruz ki, yurtdışından borçlanmaya dayanan kredi açma biçimi oldukça riskli. Zira bu tip bir fonlama yapan bir banka yabancı finansal yatırımcıların risk alma iştahına karşı hassaslaşıyor. Tüm bankacılık sektörünün böyle davranması ise, ülke ekonomisini önemli ölçüde kırılganlaştırıyor. Çünkü yurtdışından borçlanma ihtimalinin azaldığı bir ortamda, bankalar kredi musluklarını kapatmak zorunda kalıyorlar; bu nedenle şirketler zor duruma düşüyorlar ve ekonomik büyüme azalıyor ya da ekonomi daralıyor.
BDDK verilerine göre Haziran ortası itibariyle kredilerin mevduata oranı yüzde 113 düzeyinde. Oysa aynı oran 2007 sonunda yüzde 70, 2012 sonunda ise yüzde 99’du. Üç noktayı vurgulamak gerekiyor: Birincisi, ulaştığımız kredi mevduat oranı bir önceki paragrafta belirtilenler çerçevesinde kırılganlığımızı artıran bir oran. İkincisi, dış koşullar hiç değişmese bile, bankaların, kredi arzını daha da artırma kapasitelerinin ve de isteklerinin sınırına doğru geldiklerini gösteriyor. Üçüncüsü, önümüzdeki dönemde dış borçlanma imkânlarını kısıtlayıcı gelişmelerin yaşanması halinde, kredi arzında sert sayılabilecek bir fren yapılabilir.
Hal böyleyken bankaların kredi açmalarını kolaylaştırmayı amaçlayan ve yazının girişinde değindiğim karar alındı. Neden alındığı, kredi arzındaki gelişmelere bakılınca anlaşılıyor. Hem toplam kredi arzının hem de tüketici kredilerinin artış oranlarında belirgin bir düşüş var. Gerçi toplam kredi artış oranı düşmüş haliyle bile yüzde 15.6 düzeyinde (ilk altı ayın ortalaması) ve enflasyonun oldukça üzerinde. Ama toplam tüketici kredisi artış oranı 2013’ten bu yana (daha önce alınan kısıtlayıcı kararların da etkisiyle) düşüş eğiliminde. 2013’te ortalama yüzde 23 oranında artmışken şu sıralarda bu oran yüzde 5’in biraz üzerinde. Tüketici kredilerinin değil de şirketlere açılan kredilerin daha yüksek olması arzu edilebilir. Bu kısıtlı çerçevede bakılınca, bu gelişmelerde bir sorun yok gibi görünebilir. Oysa son dönemde Türkiye’nin büyümesi neredeyse tümüyle tüketime dayanıyor. Kredi faizi ya da kredi miktarından bağımsız olarak, yatırımların büyümeye bir katkısı yok. Bunun nedeni de elbette yatırım ortamının kötü olması.
Dolayısıyla, illa aranırsa alınan karara rasyonel bir neden bulmak mümkün: Tüketimin artış oranının düşmesini engellemek. Ama bu “rasyonalite” durumu değiştirmiyor. Kredi-mevduat oranının riskli sayılabilecek bir düzeyde seyrettiği bir ekonomide, yurtdışındaki olası gelişmeler nedeniyle dış borçlanma imkânlarının ileride azalacağı bir dünyada, bu tür kredi artışını artırmaya yönelik kararlar mevcut riskleri artırıcı kararlar.