Köylerimizi kurtarma idealının çarptığı sert duvarlar
Köyümüz Sakarat Dağları'nın kuzey eteklerindeydi. Denizden yaklaşık 700 metre yüksekte olan, geneliklik düz olmayan eğilimli topraklarımız vardı. Yılların yorgunluğu, yağmur ve rüzgar erozyonu topraklarımızın verimini azaltmıştı. Daha da önemlisi, toprağa nasıl bakılacağını, onun zenginliğini nasıl koruyacağını dert edinen yoktu.
Ev, samanlık, ahır yapmak için kereste, yakmak için odun getirdiğimiz Sakarat Dağları bizim için sadece bir ormandı; dağ dendiği zaman kuzeydeki ufukta seyrettiğimiz Erbaa'nın kuzeyindeki Kale Boğazı'ndan başlayan Canik Dağları akla gelirdi. Özellikle Allahdiyen Kayası köy yaşamının mihenk taşı gibiydi. Bulutlar, kayanın üzerine çöktüğünde yağmur yağardı. Köy insanın bir gözü hep o kayaya sabitlenmişti. Bulutlar inmeye başlar başlamaz tarlalardan köye koşulur; tütünler kapalı yerlere çekilir; harman zamanı ise saplar yığın halinde toplanırdı.
Aklım hayatın sırlarını anlamaya başladığında, köyde yapılan işleri sorgulamaya da başladım. Her yıl güz gelince buğday, ardından mısır ekmek için kara sapanlarla günlerce çizgi çizgi tarlaların kararmasındaki tek düzeliliğin hızını yetersiz bulurdum. Ova köylerde iki ya da dört atla çekilen döner pullukların bizim köyde kullanılmamasını fukaralıkla açıklardım.
Tütün fidesi için Niksar Ovası'nda her akşam tenekelerle Karasu'dan taşınan suyla yapılan elle sulamaya bir teknik akıl bulunması gerektiğini de düşünürdüm. Resimlerde gördüğüm su pompalayan motor sahibi olma düşleri kurardım.
Niksar Ovası'ndan köye on saatlik bir yolculukla kağnılarla ekin sapı taşınmasına anlam veremezdim.
Bir karış toprak sınırı geçti diye akrabaların ölümüne kavga etmesinin bencilliğinin gerekçesini zihnimde kurgulayamaz, kendimi inandıracak açıklamalar yapamazdım.
Köy Kalkındırma Düşü
Lise yıllarında bir dernek kurarak, insanları harekete geçirebileceğime inandım; yoksulluğu birlikte hareket edersek kırabileceğimizi düşündüm. İlk Köy Kalkındırma Derneği'ni kuranlar arasındaydım.
Kurumların ya da sistemin bireyi aşan gücünü fark etmediğimden, iyi niyetle çalışmanın, birlikteliğinin, dayanışmasının sihirli bir değnek gibi her şeyi bir anda güllük gülistanlığa dönüştürebileceğine inandığım zamanlar oldu. Kimsenin telkini olmadan sosyalist düşünceyi benimsememde, ortak aklın, gücün sorunları daha etkin çözeceğine inanmamın payı olmalı.
Lise yıllarındaydı; kimin yazdığını şimdi anımsamadığım bir makalede, bir sosyoloğun örgütlenmemiş kentlerin perişanlığının; artan sorunlarının, çözümsüzlük üreten yapılarının analizini okudum. Lisenin karşısındaki kırtasiyeci dükkanından,Tozanlı Çayı'nın kuzeyindeki Kümbet'e kadar yürüyerek, bireylerin sorunları çözebilme potansiyelinin sınırlarını düşündüm. Kümbet'den dönerken "örgütlü gücün erdemi" hakkındaki kırıntı bilgiler zihnimde netleşmeye başladı. O günlerden bugünlere, bireyin beceri ve donanımını önemserim, ama örgütlenmeden bireylerin toplum adına ciddi işler yapamayacağı düşüncesini de korurum.
Köyden kopuş
Lise son sınıfta, yaz aylarında doğduğum köye son kez gittim. Felsefe öğretmenimle İslam'da boşanma kurallarını eleştirdiğim için bütün derslerden bitirme sınavlarında başarılı olduğum halde felsefe dersinden bütünlemeye kaldım. Lise müdürümüz Hasan Demir, askeri birliğin ve yedek subay olan öğretmenimiz Osman Cevat Hızal'ın komutanı ve sınıf arkadaşımız Şule Puhaloğlu'nun babası Binbaşı Mehmet Puholağlu'nun desteğiyle Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi'ne kaydım nakledildi; eylül ayının başında bütünleme sınavı için gittim. Hemen ardından Bursa Eğitim Enstitüsü'ne kaydımı yaptırdım.
Hayatımın kurtuluşu olan Bursa'da yatılı okurken, o günlerde ürün deseni ve üretim teknikleri farklılaşmış çevredeki köyleri gezdim; bizim köy insanının "alışkanlığın uyuşturucu etkisini" neden kıramadığını kendime sormaya başladım.
Değişik yanıtlar buldum: Birincisi; toprakların artan nüfus için yetersiz,verimsiz olmasıydı. Balkan ve Kafkasya Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, çalışabilir erkekleri alıp götürmüştü. İkinci Dünya Savaşı sırasında 10 milyon nüfusu olan ülke 1,5 milyon asker beslemek zorunda kalmıştı.
İkinci Dünya Savaşı'na girmediğimiz için nüfus hızla artmıştı. Demokrat Parti'nin iktidarda olduğu 1950'lı yıllarda köyün nüfusu 900'u buldu. Yetersiz toprak, deseni ve tekniği değişmeyen arpa, buğday ve tütünden başka şey üretilmiyordu. Çok yetersiz hayvancılık da ek bir gelir yaratmıyor, insanları yoksulluk içinde yaşama zorunda bırakıyordu.
Köyde sadece tütün, piyasaya açık bir üretimdi. Hep aynı teknikle dikiliyor; kırılıyor, kurutuluyor, demetleniyor, denkleniyor ve rejide satılıyordu. Kamu keyfi ve düşük fiyat veriyor; köylünün daha iyi üretim, daha yüksek gelir elde etmesi için herhangi bir bilgi desteği sağlanmıyordu. Bir kamu tekelenin satın aldığı, serbest piyasada tüccarın sınırlı alım yaptığı tütün diktirilmesinin temel amacı çiftçinin refahını artırmak sağlamak değil, tam bir israfla çalışan rejiyi, çalışanlarını, sigara tekellerini ve onlarla ilişkisi olanları zengin etmekti.
Köyde tarla sürmek için kara saban egemendi. Çok az ailenin pulluğu vardı; döner pulluğu olan ise daha azdı. Üstelik, pullukla sürmeyi at kullanarak hızlandırmayı deneyen de yoktu. Köy yamaçta olduğu için iki tekerlekli kağnı arabaları vardı; dört tekerlekli arabanın yük kapasitesini kullanma düzeyine bile gelinmemişti.
Kalabalık nüfuslu aileler arasında iş bölümü, ihtisaslaşma olmadığı için, herkes aynı işleri yapar; insan doğası nedeniyle aile içi çekişmeler olur, inan enerjisi de etkin ve verimli kullanılamazdı.
Dışa ve dünyaya açılma
Sarvanidze Nuri Sakarya köyden ilk öğretmen çıkmıştı, ama okumayı tetiklememişti. Ladik'teki Akpınar Köy Enstitüsü'ne kaydolmuş sonra da kaçmış olan Mehmet Yurtalan köyümüzde barajlarda, taş ocaklarında bağımsız emeği ile para kazanan ilk insanıydı. Sonra, onunla birlikte köy enstitüsünden kaçan Osman Boğa da dışarılarda çalışmaya başladı... Suluova Ziraat Okulu'nu bitiren Hikmet Topçam ve Mehmet Yağcı, derken öğretmen okulunu bitiren Sabahattin Gürbüz ve bizim kuşakta laik okullarda ve din okullarında okuyanların hızla artması 1960'lı yallarda hızlandı. Ardından da Almanya'ya iş gücü göçüyle birlikte kısa zamanda köy nüfusunun büyük çoğunluğu kentlere akın etti.
Köyün dışa açılması baraj ve inşaat işçiliği ile başladı; Almanya' ya işçi göçüyle hızlandı.
Köyüme çok sık gitmesem de sosyal ilgilerim nedeniyle ülkemizin köylerinin yaşadığı dönüşümleri gözlemeye çalıştım. Daha lise yıllarında öğrendiğim bir gerçekliği bugün de kabulleniyorum: Bir ülkenin kalkınması demek, kırsal alanda yüzde 10'un altında nüfusun yaşamasıdır. Lise günlerinden bugüne, "sağlıksız kentleşme ile kente göçü karıştıran ülkem kaynak israf ediyor" düşüncesini taşıyorum. Sağlıksız kentleşmeyelim, ama "kırsal kesim göç veriyor" diyerek; kırsal kesimde nüfusu tutabilecekmişiz gibi davranarak kaynak israf ediyoruz.
Topraktan bağımsızlaşan, kentlerde önce marjinal işlerde çalışan,sonra örgütlü işlerle orta sınıfa katılan gelişme, sağlıklı yoldur. Bizim köyümüzde Sarıyar Barajı'nda Mehmet Yurtalan'ın öncülüğü ile başlayan bağımsız emekle geçinme süreci, daha sonra Emek Oteli'nin yapımı sırasında inşaat işçiliğine,sonra kadrolu işçiliklere dönüştü.Dikmen sırtlarında gecekondularda başlayan kent yaşamı ikinci kuşakta düzgün konutlar,daha düzenli ve daha yeterli geliri olan işlere dönüştü. Bu süreci anımsadığımda Eskişehir' de Kırım Tatarları' nın yaygın bir atasözünü tekrar ederim: "Bir simit aşa, şeherde yaşa!"
Elektrifikasyonun yaygın olmadığı dönemde bataryalı radyonun ışıklarını yaktığı dışa açılma,1960'lı yıllarda Süleyman Demirel' in elektrifikasyonu yaygınlaştırmasıyla toplumun arayışını, dışa dönüşünü sağladı.
Elektrifikasyon reformunun etkilerinin farkına varan insanımız hızla kırsal alanı terk etti. Türkiye çok hızlı biçimde kırdan kente göç eden, ataerkil aile yapısından çekirdek aile yapısına geçen bir ülke oldu. Dışa ve dünyaya açılan insanımız, kırsal kesimin geçindirmeyen yapısını,zenginliğin endüstriyel üretimde olduğunu anladı, ülkenin değişik yörelerine göçler hızlandı, bu göçlere Almanya gibi yurtdışı bir merkez de eklendi.
Bugün köylerin çoğu gibi bizim köy de tam bir çökme yaşıyor. Kentlerde çalışanların yazın dönüşleri olmasa, emeklilikleri gelmiş olan köy doğumlu olanların köye ilgilerinin canlılığı sürmese köyler tam anlamıyla boşalacak gibi.