Korkulu rüya kabusa dönüşür mü?
1980'lere kadar dünyada dengeleri sağlayan iki kutuplu modelin yerini alacak düzen arayışları devam ediyor. Buna paralel olarak güçlenen globalleşme ve neo-liberal anlayışların yönlendirdiği süreç de mutsuzlar yaratmaya başladı. Hemen her toplumda globalleşmeye karşı tepkiler gelişiyor. Peki, bu tepkiler ülkeleri silahlanmaya mı yöneltiyor?
Batı Avrupa ve ABD'de ortaya çıkan radikal hareketler aslında bütün sorunları özetliyor. Trump globalleşme karşıtı bir tavırla dış ticarete engeller koymaya çalışıyor. Ağır yaptırımlar koyarak yabancıların ABD'ye izinsiz gelmesini engellemeye çalışıyor. ABD'nin askeri bakımdan gerilediğini ve askeri güç olmadan başka güç unsurlarının etkili olamayacağını düşündüğü için, bu alanda yeniden bir üstünlük sağlamaya çalışıyor. 54 milyar dolar ek savunma bütçesi isterken, yumuşak diplomasi araçları diyebileceğimiz teknik yardım ve kültürel programlarda kısıntılara gitti. O kadar ki ordu bile Trump'ın bu tercihine karşı. Askerin asıl fonksiyonu savaşmaktan önce caydırıcı olmaktır. Yumuşak diplomasi unsurlarını zayıflattığınız ölçüde sert unsurları daha çok kullanmak zorunda kalırsınız.
Avrupa'da birlik karşıtı hareketler güçleniyor
Hemen hemen her Avrupa ülkesinde globalleşme ve Avrupa Birliği karşıtı hareketler güçleniyor. Bundan ayrı bir gelişme olarak da, toplumlar giderek daha karmaşık ve yönetilmesi güç hale geliyor. Devlet yönetim işlerini, hele bir de AB olduğu gibi, entegrasyon sürecinde yapmaya çalışınca, yönettiği kitlelerden giderek uzaklaşarak, teknik bir örgüte dönüşüyor. Kitleler ise, kendi iradeleri dışında sürekli bir merkezden alınan kararlara uymak mecburiyetine itilmeleri karşısında isyan ediyor. AB'nin içinden çıkamadığı iktisadi kriz, işsizliğin artması, alınan tedbirlerin bir türlü sonuç vermemesi, Yunanistan'da olduğu gibi kurtarma planlarına mecbur olunması, buna karşılık kitlelerden sürekli bir fedakarlık istenmesi, insanları protesto eylemlerine sevk ediyor. İçinde bulunduğumuz globalleşme karşıtı değişim sürecinin uluslararası bütünleşme hareketlerine bazı sınırlamalar getireceğini söyleyebiliriz. İşin uzun vadede en sıkıntılı yönü, bu hareketlerin aynı zamanda demokrasinin temel ilkelerine karşı da bir vaziyet alış şekline dönüşüyor olmasıdır.
Pasifik'te sular ısınıyor mu?
Aslında Uzak Doğu ekonomileri önemli ölçüde ABD ekonomisiyle entegre durumda. Buna karşılık Çin'in güçlenen bir ülke olarak yakın gelecekte dünyanın en büyük ekonomisine sahip olacak olması ABD ile arasında rekabet yaratıyor. ABD, Pasifik'teki ekonomilerle savunma alanlarını da kapsayan daha yakın ilişkiler kurarak Çin'in bu bölgedeki gücünü dengelemeye çalışıyor. Bu çerçevede Obama tarafından Transpasifik Ticaret Anlaşması tasarlanmıştı. Trump konuya hakim olmadığı için, bunun Çin'e de yarayacağı zannıyla kaldırmak istedi. Trump, ABD'nin müttefiklerinin kendi savunma masraflarını yüklenmesini de istedi. Bunun aslında bir ABD savunması olduğunu görmezden gelmeyi tercih etti. Böylece Pasifikte Çin'in iktisadi ve askeri gücünü sınırlamayı öngören bir proje, Pasifik ülkelerinin Amerikan savunma güvencelerine daha az güvenmesi gibi beklenmedik bir noktaya ulaştı. Kuzey Kore'nin Amerika’ya meydan okuyan tavrının da katkısıyla belki Trump daha sonra düşüncellerini gözden geçirmeye mecbur kalacaktır. .
Çin, bölgesindeki ülkelerle ihtilaflı
Çin Pasifik’teki varlığını askeri bakımdan da güçlendirmek için bir mücadeleye girmiş durumdadır; nitekim, şu anda deniz hudutları konusunda ihtilaflı olmadığı bir ülke yok. Filipinler, Endonezya, Malezya, Kore ile ihtilafı var. Japonya'yla zaten ikinci dünya savaşından kalan ihtilafları var. Bu ülkelerin here birinde, o ülkenin ABD ile ilişkilerin nasıl olması gerektiğine ilişkin tartışmalarda devam ediyor. Örneğin, Japonya'da İkinci Dünya Savaşı sonrasında benimsenen, nükleer silah edinmemeyi öngören, daha çok dahili ihtiyaçlarda yararlı olabilecek bir savunma gücünün kurulmasıyla yetinilmesini ileri süren, savunmanın Amerika’ya bırakılması kabul eden yaklaşımının ülkeyi getirdiği nokta bugün sert biçimde eleştiriliyor. Keza, Kuzey Kore'nin nükleer çabalarına karşılık Amerikan garantisinin olup olmadığına ilişkin tereddütler Kore'de de “Acaba daha da fazla silahlanmalı mıyız,” düşüncesini tahrik ediyor. Pasifik'te Çin'in kendi gücünü kanıtlaması, ABD'nin de Çin'in yayılmasının engelleme mücadelesi, mercan kayalıklarının mülkiyeti gibi önceleri kenarda kalmış konular üzerinden devam ediyor. Çin'in, ayrı deniz ayağı da olan, İpek Yolu projesi kapsamında birçok noktada inşa ettiği liman ve tesisler, bir süre sonra ABD'nin cevabi tedbirlerini de harekete geçirecektir.
Hindistan ABD ile yakınlaşıyor
Çin, İpek Yolu konusunda da Hindistan'la çatışıyor. Hindistan bundan rahatsız ve kendini güçlendirmeye çalışıyor. Son yıllarda Çin ekonomisi yavaşlarken Hint ekonomisinde bir toparlanma gözleniyor. Önceki dönemlerde mesafeli duran Hindistan şimdi ABD ile daha yakın ilişkiler kurmaya başladı. Hindistan açısından Çin, sadece denizden gelen bir tehlike de değil. Hindistan'ın, Çin'in daha önce işgal yoluyla sınırda yaptığı değişikliği unuttuğu sanılmasın. Sonra Çin, Hindistan'ın rekabet içinde olduğu Pakistan'la işbirliği içinde. Geçmişte Pakistan'ın nükleer silah geliştirmesine de yardımcı olmuştu. Bu da Hindistan'ın memnun olacağı bir durum değil.
Suudi Arabistan'ın korkulu rüyası İran
Suudi Arabistan'ın bir numaralı korkusu Batı'ya yayılmasından çekindiği İran. Yemen'e müdahalesi de Husilerin Şii ve İran'a yakın olması varsayımı üzerine gelişti. Arap baharında nüfusun Şii, yönetimin Sünni olduğu Bahreyn yönetimine de bu nedenle askeri destek verdi. Suudi Arabistan, nüfusunun yüzde 8’ini oluşturan Şiilerin yoğun olduğu ülkenin Doğu bölgesinde İran’ın etkisini arttırabileceği endişesini taşıyor. İran’ın Irak'ta ve Suriye'de güçlü duruma gelmesi, Suudi Arabistan'ın korkulu rüyalarını kâbusa dönüştürüyor. İran’ı frenlemek için de kendi askeri gücünü artırmaya çalışıyor. Her türlü silahlanmaya yönelebilir. İran'ın bölgedeki nüfuzunun artmasını engelleme konusunda Suudi Arabistan ile ABD arasında bir fikir ayrışması olduğunu zannetmiyorum. Kaldı ki Suudiler zaten sürdürülmesi giderek güçleşen bir siyasi ve iktisadi düzeni temsil ediyor. Dolayısıyla silahlanmanın sadece dışa dönük olduğunu değerlendirmek doğru olmayabilir.
Rusya yeni bir işgal yapmaz
Rusya'nın kendi nüfuz bölgesinde ve çevresinde tampon olarak gördüğü alanlarda kabullenmek istemediği önemli gelişmeler oldu. Moldova, Ukrayna ve Belarus hariç bütün Doğu Avrupa ülkeleri AB'ye üye oldu ve NATO'ya girdi. Batı bir yandan Kafkasya, Gürcistan ve Azerbaycan'da, diğer yandan Ukrayna'da etki alanını genişletmeye çalıştı. Moldova ve Belarus Rusya'ya oldukça yakından bağlı bir politika izlerken, Ukrayna bir mücadele alanı oldu. Bu arada soğuk savaş sonrası düzenin temel bir kuralı olan sınırlar değişemez kuralı da ihlal edilmiş oldu. Rusya'ya soracak olursanız ilk ihlali Batı Kosova'da yaptı diyecektir. Batı da esas ihlalin Rusya tarafından işgal yoluyla yapıldığını söylüyor. Gerçek şu ki, Kırım Rusya tarafından düpedüz işgal edilmiş bulunuyor. Putin hükümeti Donbass bölgesindeki Rus milislere destek vererek, Ukrayna'yı meşgul etmek ve Batı'ya kaymasını engellemek için gayret gösteriyor. Bu bölgeyi kendi topraklarına katmak gibi bir niyeti olduğunu zannetmiyorum. Kırım Rusya'nın askeri bakımdan ihtiyaç duyduğu bir alan olduğu için farklı bir konuma sahipti. İşgalin bedeline de katlanmaya hazır gözüktü. Rusya'nın Kırım dışında herhangi bir yeri işgal etmesi ise pek muhtemel gözükmüyor. Buna karşılık Ukrayna yönetimiyle gerilimli ilişkiler devam edecektir.