Kore özgürleştikçe zenginleşti

Güven SAK
Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

Dünyamız ilginç bir yer. Yerküre üzerinde, aynı anda, hem açlıkla hem de obezite ile mücadele programları yürütülüyor. Hepsine ayrı ayrı milyarlarca dolar harcanıyor. Sayısı 7 milyara varan türümüzün bir bölümü yiyecek gıda maddesi bulamadığı için açlıktan ölüyor. Bir diğer bölümü fazla yediği için sürekli şişmanlıyor ve de obez oluyor. İlaç faturası kabarıyor, ölüyor. Böyle bakınca garip duruyor. Ama hakikat bu. Uzaydan biri gelip de baksa, ne yaptığımızı görse, herhalde, “Bu dünyalılar çılgın” derdi. “Gezegen onlara, hepsinin rahat yaşayabilmesi için gereken gıdayı sürekli sağlıyor. Ama bir bölümü az, bir bölümü de çok yemekten ölüyor” 

Böyle anlatıldığında ne kadar kolay bir problemmiş gibi duruyor değil mi? Ama değil.  Çözümü zor. Hem de çok zor. Nobel ödüllü Hint asıllı iktisatçı Amartya Sen Hindistan’daki açlık üzerine çalışmaları ile bize nasıl düşünmemiz gerektiğini on yıllar önce öğretmişti. Birinci nokta şu: Dünyada hepimizi tok tutmaya yetecek kadar gıda maddesi var.  İkinci nokta ise : Bu hepimize yetecek kadar çok olan gıda maddeleri, onlara en çok ihtiyaç duyanlara doğru gitmiyor. Bir nevi fiyat sistemi işlevini tam olarak yerine getirmiyor. Bu ikinci husus, beni asıl değinmek istediğim üçüncü hususa getiriyor. İnsanların bir bölümü hayatlarını idame ettirecek bir işe sahip olmadığı için, gıda maddesi satın almak için gereken gelir akımından yoksun olduğu için, talebini piyasalarda ortaya koyamıyor. Ne oluyor? Onlar aç kalıyor. Piyasa ise işlevini yerine getiremiyor. Neden? Bir an için unutun parayı. Şundan: İnsanların bir bölümü hayatlarını idame ettirecek gıda maddelerini ile değiş tokuş edecek bir beceriye sahip değiller. Heybesinde satacak pamuğu olmayanın hayatı zorlaşıyor. Buradan ne çıkıyor? Eğitim, beceri kazanma hakkı, insan haklarının temelidir, yaşama hakkının güvencesidir. 

Şimdi başa döneyim. Her yıl yoksullukla mücadele için milyarlarca dolar harcıyoruz ama dünyada yoksulluk devam ediyor. Neden böyle oluyor? Geçen yılın sonunda Dünya Bankası eski çalışanlarından William Easterly tam da bu soruya cevap veren bir kitap çıkardı. Adı “Uzmanların Zulmü” (Tyranny of Experts). Easterly, yukarıdaki soruyu şöyle cevaplıyor:  Bireysel özgürlüklere gereken önem verilmediği için yoksulluk devam ediyor, insanlar ölüyor. Demokrasi olmadan olmuyor. İnsanlara sormadan çözüm bulunamıyor. Ben kitaba hep “yahu, ben bunu Amartya Sen’in ‘Özgürlükle Kalkınma’sında (Development as Freedom)  okumuştum” diye baktım doğrusu. Çin kalabalık bir ülke, Hindistan da kalabalık bir ülke. Çin ile kıyaslandığında, Hindistan’da daha az kıtlık kaynaklı ölüm olmasına nasıl bakmak gerekiyor? Demokrasi ve temel hak ve özgürlüklere verilen önem penceresinden bakmak gerekiyor elbette. Çin’de yok. Hindistan’da hep olmuş. 

Türkiye’nin 1960’daki kişi başına düşen 500 dolar gelirden, 1980’de 2235 dolara, 1990’da 3800 dolara, oradan da bugünkü 10 bin dolar düzeyine gelmesi nasıl oldu? Özgürleşme ile oldu elbette. Türkiye’nin iktisadi dönüşüm sürecinin hikâyesi, aynı zamanda bir özgürleşme süreci hikayesidir. Bireysel hak ve özgürlüklerin önem kazanması sürecidir. Teşebbüs hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve ifade hürriyeti ile atbaşı gittiği için bugünlere gelebildik. Unutmamakta fayda var. Ama ben bugün size örneği Kore’den vermek isterim. Kore bizden daha hızlı özgürleştiği için bugünkü haline geldi. Biz yaya kaldık. 1960’da Kore’nin kişi başına geliri, bizden kötüydü, 155 dolardı. 1980’e gelindiğinde 279 dolar oldu. Türkiye o vakit 500 dolara varıyordu. 1980’de Kore’nin kişi başına milli gelir 1700 dolar  ile yine Türkiye’den azdı. Sonra 1990’da bir baktık: 6300 dolar olmuş. Şimdi ise 20 bin doları aşmış. Not edeyim, Kore’de demokratikleşme gösterileri 1990’lı yıllarda Kore’nin kişi başına geliri 10 bin dolara vurunca başlamıştı.  Kore ondan sonra değişti. 

Chung Ju-yung, 1915 yılında Koreli bir köylü çocuğu olarak dünyaya gelir. İleride çağdaş Kore’nin kurucu babası olacak olan Park Chung Hee’nin doğumuna daha iki yıl vardır. O vakitler, Kore’de köleleri ve “dışlanmışlar”ı da içeren son derece katı bir sınıfsal ayrım sistemi vardır. Yanlış evde ve hele hele köyde doğanların hiçbir hakkı hukuku yoktur. Bir nevi, garibanlara hayat hakkı yoktur. Sonra Japon işgali dönemi gelir. O dönemde, Korelilerin tamamının hayat hakkı yoktur. Kore ile kıtlık ve açlığın birlikte anıldığı yıllardır. Demokrasinin olmadığı yerde insanlar açlıktan ölür. 
Chung ve Kore 1945 yılında savaşın bitmesi ile birlikte göreli olarak özgürleşirler. Kore’nin kurucu babaları, başlangıçta özgürlükleri merkezi bir kontrola alıp, ekonomiyi yönetirler: Yabancılarla izinsiz ticaret ve çok kazanç sağlamak yasaktır. 1960’lı yıllarla birlikte Chung ve Koreliler daha serbest bir ortamda ticaret yapmaya başlarlar. Chung, 1960’da Ford Kore’ye fabrikasını kurmadan önce, hayatında belki araba bile görmemiştir. Kırklı yaşlarına doğru kente göçer ve bir araba tamir atölyesi kurar, sonra da kendi araba markasını üretmek ister. Park Chung Hee fikri destekler. Hyundai bugünlerde ürettiği kaliteli arabalarla ödüller alıyor. Neden? Kore’nin demokratikleşmesi sayesinde. Neden? Kore’nin yaratıcı sınıfının büyümesi sayesinde. 

Neden? Fark nerede? Herkesi kucaklayan güçlü ve etkin bir eğitim altyapısı ile Kore, Türkiye’den iyidir. Ayrıca Türkiye’dekinden en az beş kat daha hızlı çalışan, güvenilir yargı sistemine de sahip olur. Temel hak ve hürriyetleri kullanabilmenin yolu, hayata eşit bireyler olarak katılabilmekten geçer. Demokrasiyi işleten, hayata eşit bireyler olarak katılma imkanı veren eğitim ve yargıdır.  Türkiye’nin eğitim sistemi iflastadır. Yargı sistemimiz çalışmamaktadır. Ne diyeyim? İktisadi sıçrama için daha çok işimiz var, çok.

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar