Kollektif miyopluk ve kısır döngü
Artık iyice emin oldum, toplumsal genetik haritamıza son çeyrek yüzyılda ekonomik nitelikte yeni bir unsur daha eklenmiş durumda: "Vade miyopluğu” ya da “gelecek duyarsızlığı”. Hem de özellikle bilinçli ve örgütlü kesimlerin öncülüğünde gelişen bu gen, neredeyse bütün bireysel ve kurumsal hesapların bir yıla ancak ulaşan bir vade içinde değerlendirilmesine, ekonomik karar birimlerinin en kısa sürede kazanç beklentisine girmesine ve sadece bu beklentiyi karşılayacak faaliyetlere odaklanmasına, orta ve uzun vadeli hedefler için bugün yüklenilmesi gereken maliyetlerin göze alınmamasına yol açıyor. Gelin görün ki bu beklentileri karşılayacak ortamlar, genellikle dengelerin oturduğu normal konjonktürlerde değil, makroekonomik istikrarın bozulduğu, dengesizliklerin yükseldiği ve risklerin arttığı koşullarda oluşuyor. Yani toplumun geneli için olumsuz ve tehlikeli saydığımız durumlar, onun ağırlıklı ve ekonomik açıdan etkin unsurları açısından kazanç fırsatı olarak değerlendiriliyor. Üstelik o ölçüde ki ender de olsa ekonominin normalleştiği, hatta kalıcı bir büyüme yörüngesine girdiği dönemlerde özel ve kamu kesimlerindeki ekonomi aktörleri sanki anlaşmış gibi hep birlikte dengeleri zorlayacak, riskleri yükseltecek şekilde davranmaya, tercihlerini kırılganlıkları gözardı ederek yapmaya başlıyorlar. İşin ilginç tarafı, bunun sonunda ortaya çıkan gelişmelerden, sözgelişi yükselen faizlerden, enflasyondan, döviz kurundan ve azalan yatırımlardan, istihdamdan, rekabet gücünden en fazla yakınanlar da yine aynı kesimler. Kısaca sürekli yinelenen ve içinden nasıl çıkacağımızı bilemediğimiz paradoksal bir kısır döngü içinde yuvarlanıp duruyoruz. Çünkü hep vurguladığımız gibi çıkış yolu, aynı doğrultuda bir toplumsal uzlaşma ve kollektif bir kararlılık gerektiriyor.
Her yüzü keskin bıçak
Bu kısır döngünün yeni bir versiyonunu, tam da geçtiğimiz yaz seçimler ertesinde yaşadığımız döviz şokunu, çok önceden almamız gereken tedbirlerin bir bölümünü hayata geçirmemizin ardından, bir ölçüde atlattığımız sonbaharın sonunda yaşıyoruz. Ancak döviz kurunda ve faizlerde görülen normalleşme eğilimi, ekonomide sağlık işareti anlamına gelmiyor; aksine sanayi üretiminde, kredi hacminde, istihdamda ve tüketimde daralma, üçüncü çeyrekte sıfır büyüme, sonrasında ise, risklerde ve politikalarda köklü bir değişiklik olmazsa, küçülme yaşanacağını gösteriyor. Dolayısıyla kur ve faizdeki kısmi toparlanmanın, ekonomide ve dış politikada sınırların zorlanmasından doğan olağandışı köpüğün alınmasını sağladığını, ancak temel dengesizliklerin devam ettiğini kabul etmemiz gerekiyor. Nitekim ABD dolarının bugünkü düzeyi bile yılbaşına göre %36 değerlenmiş, iki yıllık devlet tahvili faizleri de %52 artmış durumda.
Öte yandan BİST 100 endeksinin bu toparlanmaya ayak uydurmakta geciktiği ve ancak Kasım’da yukarı doğru kıpırdandığı, en önemlisi de özellikle dış borçlar açısından borçlanma maliyetinin ve temerrüt riskinin açık göstergesi olan CDS priminin Kasım ayında yeniden yükseldiği dikkat çekiyor. Malum, dış borç stoğunda ve enflasyonda da düşüş söz konusu değil. Belli ki finans piyasalarındaki toparlanmanın reel ekonomiye yansıması konusunda güçlü şüpheler var.
İşin özünde Türk ekonomisinin dış kaynak olmadıkça çarklarını döndüremediği, ayrıca çarklar döndükçe biriken risklerin dış kaynak bileşimini sıcak para ile sınırladığı, zira mevcut model içinde reel ekonominin borç servisine imkan verecek bir katma değer ve nakit fazlasını yaratamadığı gerçeği yatıyor. Küresel kriz öncesindeki 5 ve sonrasındaki 3 yılda gözlenen cömert küresel likidite konjonktürü gibi kontrolümüz dışındaki fırsatlar olmadıkça ( ki yakın gelecekte bu mümkün görünmüyor) bu borç yükünün kamu kesimince üstlenilmesi, bankacılık krizine göz yumulması, yüksek devalüasyon ya da ekonomiyi cendere altına almak kaydıyla sağlanacak toplu dış kaynak enjeksiyonu gibi her yüzü birbirinden keskin bıçak niteliğindeki yollardan birini tercih etmek kaçınılmaz hale gelebilir. 2018 yılında ekonomik yavaşlama nedeniyle ilk defa cari açık azalırken daha geçen yıl bu açığın finansmanını sağlayan sermaye hareketleri fazlasının bu yıl 38 milyar dolar azalarak eylül sonu itibariyle 4.2 milyar dolar açığa dönüşmesi ve cari açıkla birlikte 34 milyar dolara ulaşan toplam açığın yarı yarıya rezervlerden ve net hata noksan kaleminden karşılanması bu bakımdan ciddi bir uyarı niteliğinde.
Yol ayrımına geliyoruz
Şurası açık ki önümüzdeki dönemde siyasal kaygılarla popülist politikalar izleme marjı giderek daralacak, dış kaynağa bağımlı edilgen büyüme modeliyle kısa vadede büyümeden fedakârlık pahasına dengeli ve iç dinamiklerin dönüştürülmesine dayalı kısmen kontrolümüz altında bir üretim ve büyüme modeli arasında yol ayrımı ile karşılaşmamız zorunlu olacaktır. Tabii yollardan birini seçerken, mevcut modelin uygun küresel konjonktürlerde dahi enflasyon ve işsizlik açısından parlak sonuçlar vermediğini de unutmamak şartıyla!..