Kızıl Kapitalizm’in yükselişi (2)

Serbest Kürsü
Serbest Kürsü

Mustafa BAŞAR - Yönetim Danışmanı

Yoksul bir emekçi aileden gelen Deng Xiaoping, Sovyet Devrimi’nin ilerleme kaydettiği yıllarda, 19 yaşında Marksizm’i benimsemişti ve Çin’in yarı sömürge durumundan kurtuluşu için Çin Komünist Partisi’ne katılıp, tüm yaşamı boyunca bu inancı doğrultusunda çalışmıştı. Mao Zedong’un ilk liderliği üstlenmesi, Çin’in ayağa kalkmasını, Deng’in dönemi ise; zenginleşmeyi, yükselişi simgeler. Deng’in farkı; Çin’in rüyasının gerçekleşme biçimi olan, sosyalizmin “Çin özelinde ne tür içerikler” taşıması gerektiğini biliyor olması ve bu içeriklerin nasıl uygulanacağı konusunda geliştirdiği stratejiydi.

Çin, 1978 yılında Deng Xiaoping liderliğinde, binlerce yıldır süren içe dönük stratejisini terk ederek, dünyaya açıldı. Mao’nun aslında fazla ütopik kalan sosyalist reformları ağırlıklı olarak kültürel alandaydı ve fayda sağlamaktan çok, ülke halkına zarar vermişti. Deng ise; oldukça realist ve pragmatik bir yol izledi. Eski Sovyet gereçleriyle çalışan az sayıdaki fabrikalarıyla, ülkenin endüstrisinde; ilkel yöntemlerle emek yoğun üretim yapılmakta ve kendi nüfusunu besleyemez durumda olan tarımın da, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hızla gelişen modern dünya orduları karşısında oldukça yoksul ve ilkel durumda olan ulusal savunmasında, bu üç önemli alanda (sanayi, tarım, ordu) ilerleme kaydedebilmek için şart olan teknoloji konusunda ne pahasına olursa olsun gelişme sağlanmak zorundaydı. Rejimin kurucu politikalarına, sosyalist devrimin bazı prensiplerine aykırı görünse bile yapılacaktı. 18-22 Aralık 1978’de düzenlenen Çin Komünist Partisi 11. Merkez Komite 3. Genel Kurulu Toplantısı’nın gündemi; Çin’in acilen modernleşmesiydi. Reform ve dışa açılma (gaige kaifang) politikası işte bu toplantıda filizlendi. Ülkenin aşırı merkezileşmiş ekonomi yönetiminde köklü reform öngörülüyordu. 3. Genel Kurul, Çin toplumuna yeni bir silkinme ve canlanma önermekteydi. Toplantının sonuç bildirisinde aynen şöyle deniyordu: “Hiçbir parti, hiçbir devlet ve hiçbir ulus, düşünceleri donuk kalırsa ve her şeyi yalnızca kitaplara taparak yürütürse, ilerleyemez ve canlılığını geliştiremez. Böyle bir yolun sonu yıkımdan başka bir şey değildir.”

Çin, aradan geçen 40 yıllık süreçte, Deng'in bile hayal edemeyeceği düzeyde bir kalkınma hikayesi yazdı. Ülke, dışa açılımından bu yana 3,1 trilyon dolarla dünyanın en büyük döviz rezervine sahip, 12 trilyon dolarlık dünyanın en büyük ikinci ekonomisi oldu ve 185 milyar dolarla yurtdışında en çok yatırım yapan ikinci ülke konumuna yükseldi. Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre, Çin'in dünya ekonomisindeki payı 1978'de yüzde 1.8 oranındayken, 2017 sonunda yüzde 18.7 seviyesine yükseldi. Yeryüzünde yaşayan her beş kişiden birinin Çinli olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak, ülkenin uluslararası arenada olması gerektiği ekonomik pozisyona geçmesi gayet normal. Ancak, dünyadaki birçok ülkenin akıllıca yönetilmiyor olduğunu, hatta ABD, Avrupa ve Rusya haricindeki ülkelerin büyük bölümünün elle tutulur ulusal bir yol haritaları ve uzun vadeli stratejileri bile olmadığını da hesaba katarsak, binlerce yıldır potansiyeli saklanmış Çin’in dışa açılımının 40-50 yılda tamamlanmayacağını, Çin’in önümüzdeki asgari 25 yıl süresince yıllık ortalama %6-8 büyümeye devam edeceğini öngörmek mümkündür. Bunun anlamı; günümüzde 19 trilyon dolarlık dev ekonomisiyle dünya lideri olan ve 1978’den sonra soğuk savaş ortamı koşullarında Sovyetler Birliği karşısında sürekli avantaj sağlamak için hatalı kararlar da vermiş olan ABD’nin, dünyaya açılımı, yabancı sermaye ve yatırımı alması konusunda en fazla destek olduğu Çin’e, 10 yıl sonra dünya ekonomik güç liderliğini devredeceğidir. Kaba bir projeksiyonla dahi, son 15 yılın ortalama büyüme oranlarına bakıldığında, 2030 gibi Çin yaklaşık 300 milyar dolar daha büyük bir ekonomiye sahip olacak. Sonraki yıllarda da farkı hızla açacak. Gelinen noktada Çin’in gelişimi dışarıdan bakıldığında ülkenin sadece kıyı şehirlerinde gözlemleniyor olabilir; ancak bazı uzmanların yanılgısı da işte tam olarak bu durumla ilgili. Ülkenin büyük bölümünün bilinen şekliyle komünizmle idare ediliyor olması, 600 milyon kişinin kırsalda yaşıyor olması (ucuz işgücü potansiyeli halen var) ve özellikle Çin yönetiminin liberal ve sosyalist karma bir politika izliyor olması, diğer tüm demokratik ve liberal ülke ekonomileri açısından büyük bir tehdittir. 11 Aralık 2001 tarihinde Çin Halk Cumhuriyeti, Dünya Ticaret Örgütü'ne (DTÖ) 143. ülke olarak katıldı; özetle oyuna sonradan katılıp, aynı oyun içerisinde farklı kurallarla oynayan Çin’in yükselişinin önüne geçilmesi neredeyse imkânsız. Günümüzde ABD tarafından tam da bu yükselişin Çin’e kazandırdıkları hedeflenerek başlatılan ‘Ticaret Savaşı’, yalnızca Çin'i değil, DTÖ başta olmak üzere karşılıklı ticaret serbestisini savunan bütün ülkeleri olumsuz anlamda etkiliyor. Çin, ABD'nin korumacı 'Önce Amerika' politikasını eleştirerek onun küresel çapta etkilerine dikkat çekerken, DTÖ de, ticaret savaşlarının küresel ticaretin büyümesini yüzde 70 düşürebileceği uyarısında bulundu. Zamanında üyeliği endişelerle karşılanan Çin; bugün üyeliğinin 18. Yılında küresel ekonominin ve ticaret serbestisinin bir anlamda garantörü konumuna gelmiş durumda. ABD'nin Çin'i DTÖ'den çıkarmaya ve yalnızlaştırmaya yönelik politikalarına rağmen; DTÖ de bu konuda komünist parti iktidarındaki Çin ile aynı safta görünüyor.

Asya tarzı ekonomik yükselişler incelendiğinde Lee Kuan Yew yönetiminde şahlanan Singapur’u görmezden gelmek imkânsız. Kendisi ölmeden önce, tüm başarılarına rağmen otoriter ve demokrasiye uygun olmayan uygulamaları konusunda eleştirildiğinde şunu söylemişti; “Batı tarzı demokrasi tüm uluslar için uygun değildir, özellikle yeni kurulan ülkeler, önce ekonomik kalkınma ve istikrara ihtiyaç duyarlar". Binlerce yıllık tarihine rağmen, dünyaca kabul görmeyen bir yönetim rejimini benimsemesi ve yine binlerce yıl sonra ilk defa dünyaya açılması neticesi Çin’in durumu da aslında Lee Kuan Yew’in dikkat çektiği yeni kurulan ülkeler gibidir. Ancak anlaşılacağı üzere, Çin 1978’den beri oldukça akıllıca bir politika izliyor. 2012 yılında liderliği üstlenen Xi Jinping de, Deng Xiaoping’in işaret ettiği ve sabırla ilerlediği yolda yürüyor ve adım adım Çin Halk Cumhuriyeti’ni güçlendiriyor. 1960 ve 70’lerdeki yoksul ve ilkel görünümlü Çin’den eser yok. Öyle ki; “kendi imkânlarıyla” uzaya uydu gönderen 3. ülke konumundaki Çin sadece ekonomik değil, stratejik ve askeri alanda da dışa açılmaya başladı. Nasıl mı? Güney Çin Denizi’nin %80’ninde hak iddia etmek, okyanus ortasında yapay adalar inşa etmek, daha önce ilgili deniz güzergâhları üzerinde olmayan askeri üsler kurmak, topraklarından çok uzakta farklı yerlere kendi ürettiği füze bataryaları konuşlandırmak ve Afrika ülkelerine yüklü krediler verip, onları ödeyemeyecekleri kadar borçlandırıp, sonra ulusal limanlarını devralmak gibi…

Adım adım… Bir kaplumbağa sabrıyla ilerlemeye niyet etmekle başlıyor her şey. Eğer akıllıca ve uzun vadeli planlamalar yaparsanız, aleyhinize gelişen olaylar karşısında paniklemeden, sağduyulu kararlar alabilirseniz, mutlaka başarıya ulaşırsınız. Deng Xiaoping Çin’in günümüzde bile nasıl ilerlemekte olduğunu iyice kavrayıp hissetmenizi sağlayacak bir cümleyi 1980’lerde söylemişti aslında; “Sakince gözlemleyin; pozisyonunuzu koruyun; sakin ilişkiler kurarak sorunlarla başa çıkın; kapasitenizi gizleyin ve hamleleriniz için acele etmeden doğru zamanı kollayın; alçakgönüllü bir profil sergilemede usta olun ve asla alenen, hırsla liderliğe talip olmayın!”

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar