Kişilik kültünün bir tezahürü olarak Boris Johnson
Beklendiği üzere, geçen hafta Boris Johnson İngiltere Muhafazakar Partisi’nin lideri seçildi ve Theresa May'den başbakanlık koltuğunu devraldı. Şaşırtıcı olmamakla birlikte, bu sonuç bize siyasetin doğası ve 21. yüzyıldaki uluslararası ilişkilerin durumu hakkında çok şey söylüyor. Johnson'ın iktidara yükselişi, Donald Trump'ınkine çarpıcı bir şekilde paralel bir yol izlemiştir. Liberal demokratik dünya düzeninin kalesi olarak görülen iki ülke liderliğini popülist, korumacı zihniyette kişiliklere teslim etmiş bulunuyor. Neden?
Boris Johnson'ın yükselişini nasıl yorumlamalıyız ve bu yükseliş Trump'ınkine ne kadar benziyor?
Boris Johnson nihayet Muhafazakar Parti'nin ve dolayısıyla Büyük Britanya'nın başbakanı olma hedefine ulaşmayı başardı. Buraya gelmek için uzun bir yol kat etti. Kendisi, ihtirasları çok güçlü bir politikacı. Biraz cüretkar da olsa, bunu 'sınırsız ihtiras' olarak niteleyeceğim, zira sahip olduğu tüm yeteneklerini, ahlaki ve siyasi kısıtlamalara tabi olmaksızın, hedeflerine ulaşmak için kullanmaktan çekinmiyor. Politikada ilk olarak, ‘nispeten başarılı' bulunduğu Londra Belediye Başkanı olarak bir isim yaptı. Fakat geriye doğru bakılırsa, bu işi muhtemelen sadece Başbakanlığa gitmenin bir basamağı olarak gördüğü anlaşılıyor. Çoğu kişi onu ilkelere bağı zayıf ve sıkça gerçeklerle bağdaşmayan beyanda bulunan bir şahsiyet olarak değerlendiriyor.
İlginç olan husus, Johnson'ın ağırlıklı olarak Parlamento üyelerinden değil Muhafazakar Parti üyelerinden destek almış olmasıdır. Kendisinin kamuoyu desteği de güçlü değil. Onu lider olarak seçen parti üyeleri genellikle ideolojik yönelimleri güçlü eylemcilerden oluşuyor. Johnson’ın yükselişiyle Başkan Trump’ın siyaset merdivenlerini tırmanması arasında bazı çarpıcı paralellikler bulunuyor. Başlangıçta, Trump da ciddi bir aday olarak algılanmadı. Ancak parti içindeki politik düzenden memnuniyetsizlik duyan kesime ulaşmayı başardı. Ayrıca işçi sınıfına da hitap etti. Tıpkı Johnson gibi, söylediklerinin genel siyasi sonuçlarını göz önünde bulundurmadan seçmenlerin psikolojik ve maddi ihtiyaçlarını tatmin için, onların benimsediği ifadeleri kullanarak konuşuyordu. Doğru olmayan şeyler söylemekten çekinmiyordu. Her zaman sahnedeymiş gibi davranıyor, düşük reyting almaktan adeta korkuyordu. Boris Johnson da benzer bir yol izledi gibi görünüyor.
Buradaki ortak nokta, hem İngiltere’de hem de ABD’deki liderlerin bilgi ve tecrübelerinden ziyade kişiliklerini ön plana geçirerek iktidara gelmiş olmalarıdır. Bunu dünya çapında bir eğilim olarak görüyor musunuz ve bu bize günümüz siyasetçileri hakkında ne anlatıyor?
Bir dizi faktörlerden kaynaklanan evrensel bir eğilime tanık oluyoruz. İlkin, seçmen tercihleri parçalanacak şekilde ayrıştı. Seçmen çoğunluklarının ve dolayısıyla parlamenter çoğunlukların desteklediği tutarlı ve tatmin edici politikalar oluşturmak giderek daha da zorlaştı. İkincisi, ulusal hükümetler kontrol edemedikleri evrensel nitelikli gelişmelerle uğraşmak zorundalar.
Başka bir deyişle, karşımıza bir egemenlik sorunu çıkmış bulunuyor. Trump ve Johnson gibi liderler giderek bütünleşen bir uluslararası sistemde ülkelerinin egemenliklerini yitirdiği düşüncesine dayalı bir politika izliyor. Bu isabetli bir değerlendirme mi?
Egemenlik hakkında konuştuğumuzda iki farklı olgudan bahsediyoruz. Bunlardan ilki, bir devletin gönüllü olarak verdiği uluslararası taahhütler aracılığıyla karar alma yetkilerinden bazılarını uluslararası örgütlere devretmesidir. Diğeri ise, bir devletin tek başına neler yapabileceğini ciddi biçimde sınırlayacak şekilde dünya ekonomisi ve küresel iletişim sistemi ile bütünleşmesi ve diğer ülkelerle karşılıklı bağımlı duruma gelmesidir. Egemenlik kaybının nedenini oluşturan bu ikinci olgu, zamanımızın teknolojik gerçeklerinin ürünüdür ve bu konuda yapılabilecek çok fazla şey de yoktur. İlk nedene dönecek olursak, devletler uluslararası taahhütlerini azaltmaya karar verebilirler ancak bu durumda sorulacak soru şu olur: Böyle bir tercih ne derecede gerçekçidir? Mutlak egemen olabilmeyi, her istediğini yapabilmeyi hayal etmek, diğer toplumlarla sürekli etkileşim içinde olduğunuz hatırlanmadığı sürece çok cazip gözükebilir. Ancak, diğer toplumlar da aynı düşünce ve eylem çizgisini takip edecek olurlarsa, onlarla işbirliği yapmanın zemini ortadan kalkar ve tüm ilişkiler rekabetçi, hatta hasmane bir nitelik kazanır. Yine de, mutlak egemenliğin uygulanabilirliğine ilişkin gerçekçi olmayan beklentiler, Trump ve Johnson gibi popülist liderler tarafından, seçmeni böyle bir egemenliğin mümkün olduğuna ikna etmek için kullanılıyor. Brexit buna mükemmel bir örnek. İngilizler, AB ile herhangi bir anlaşma yapılmadan, Birlik’ten ayrılmanın imkansız olduğunu keşfedecekler. Hatta, çıkış şartlarına veya alternatif olarak çıkışın gerçekleşip gerçekleşmemesi gerektiğine dair başka bir referandum düzenlemenin bile gerekebileceğine işaret etmek isterim. Bu nedenle, mutlak egemenlik fikri soyut düzeyde mümkün gözükse bile, günümüzde giderek artan bir şekilde boş bir hayale dönüşüyor.
Günümüzde yaşadığımız ve özellikle de küresel ekonomi açısından bütünleşmiş dünyadan, geri dönüş yok. Bu Türkiye için de geçerlidir. Son aylarda Türk hükümeti Brexit’in sonuçlanmasına paralel olarak, İngiltere ile daha yakın ilişkiler kurma arzusunu dile getiriyor. AB ile olan ilişkileri muvacehesinde, bu isabetli bir yaklaşım mıdır? AB ilişkilerini nasıl etkileyebilir?
Brexit sonrası İngiltere ile ilişki arayışına giren Türkiye, bazı sorunlar yaşamasına karşın, yine de AB ile kendisinin çıkarına olan bir Gümrük Birliği anlaşması bulunduğunu hatırlamalıdır. İngiltere, AB'ye kıyasla çok daha küçük bir pazardır. Türkiye, mevcut durumu belki Gümrük Birliği şartlarını iyileştirmek için kullanabilir. İngiltere'nin ABD ile uyum içinde hareket etme eğiliminde olduğunu ve Brexit'in ardından bu eğilimin güçlenmesinin muhtemel olduğunu da unutmamak gerekir. Silah örneğini ele alalım: İngiliz savunma şirketleri ABD ile bağlantılıdır. Bu, Türkiye'nin Pakistan'a satacağı ATAK helikopterlerinin üretiminde berrak biçimde görülüyor. Anlaşıldığı üzere, Türkiye'nin bu üretimde kullandığı motor Amerikalılar ve İngilizler tarafından ortaklaşa üretiliyor. Türk hükümeti, motorların Türkiye'ye ihraç edilmeleri için onay bekliyor. İngilizlerin, Türkiye ile ilişkilerinde ABD ile ilişkilerinden bağımsız olarak hareket etmeyebileceği akıldan hiç çıkarılmamalıdır.
Söyledikleriniz, mutlak egemenliğin boş bir hayal olduğunu ve devletler arasındaki ilişkilerin önemini vurguluyor!
Kesinlikle öyle. Siyasi liderler kamuoylarına mutlak egemenliğin mümkün olduğu konusunda açıklama yapmamaya özen göstermeli, özellikle sonradan bu ifadelerin esiri olmamalıdırlar çünkü bu ülkelerine herhangi bir fayda sağlamadığı gibi, uluslararası sistemden tecrit edilmelerine yol açar.