Kısa vadede çare var mı?
Sıkışık günler geçiriyoruz. Hoş “ne zaman sıkışık değildik ki” diye sorsanız bunun cevabı “zamanın büyük kısmında sıkışıktık zaten” olur herhalde. Bu günlerde faizle döviz kuru arasında sıkışmış gibi görünüyoruz. Bu ikilem zaten kendi başına “aşağıya tükürsen sakal, yukarıya tükürsen bıyık” türünde bir açmaz taşır bünyesinde. Bu nedenle ne yapılması gerektiği biraz da politika koyucunun tercihlerine göre belirlenir. Politika koyucudan bağımsız para otoritesi kastedilirse tercihi parayı yöneten merkez bankası yapar. Yok politika koyucudan kasıt siyasi otorite ise tercihi politikacı yapar. Bu durumda tercihin parasal değişkenlerden çok siyasi kaygılara yaslanarak yapılması söz konusu olur. Bu ayrım net olarak yapılmaması para yönetimini açmazlara sürükleme riski taşır.
Ekonomi yönetiminde sıkışıklığın pek çok yansımaları olur. Bunların en can yakanı sıkışıklığı aşma çabasının kısa vadeye kilitlenmesi olasılığıdır. Bu hem soruna kalıcı bir çözüm getirmez hem de zaman ve kaynak israfına neden olur. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde sıkışma çoğu kez yapıdaki zafiyetlerden kaynaklanır, bunun üstesinden gelmek de ancak karar ufkunu uzatmakla mümkün olur. Eğer sıkışıklık toplumsal ve siyasi zihni kısa vadeye kilitlemişse sorun sürüp gider. Sıkışma durumu süreklilik kazanır. Zaman ve kaynak israf edilir. Ekonomi bir noktaya takılır kalır.
Kendi adıma bu takılma durumunu “büyüyememe” olarak tanımladığımı biliyorsunuz. Eğer ekonomi büyüyemiyorsa bu kaynak tahsisinde bir sıkıntı, olasılıkla bir tıkanıklık olduğuna işaret eder. Çözüm çoğu kez kaynak tahsis desenini değiştirmekte yatar. Bu ancak uzun vadede ortaya çıkabilecek bir dinamikle gerçekleşebilir. Öte yandan, büyüme, karar ve uygulamaların doğası gereği, görece daha uzun ufuklu perspektif e ihtiyaç gösteren bir süreçtir. Yatırım kararları anlık piyasa görüntülerinin üstüne inşa edilmez. Yatırım kararından sonra mekanın buna göre hazırlanması evresi gelir. Büyümenin ana kaynağı olan üretim ve bunun sonucu olan bölüşüm ancak bu hazırlıklardan sonra mümkün olabilir. Bütün bunlar görece uzun bir zaman boyutuna ihtiyaç gösterir. Bu süreçleri sağlıklı bir şekilde hayata geçiremeyen ve bunları zaman içinde tekrar edemeyen ekonomilerde büyüme cılız kalır. Bu durum ısrarlı bir hal alırsa büyüyememe sorunu ortaya çıkar.
Türkiye ekonomisinin son 2008 krizi sonrası dönemi böyle bir tasvirle uyumlu bir görüntü vermektedir. Pek çok kez altını çizdiğim gibi bu dönemde ekonomi büyüyememe olgusuna takılı kalmıştır. Krizden hızlı çıkan ekonomiler arasında yer alan Türkiye ekonomisi sonrasında kendi potansiyelinin altında bir hıza düşmüş ve o kulvarda kalmıştır. Büyüyememe diye tanımladığım konum da budur zaten. Büyüme hızının uzun dönemli ortalamasının altına inmesi ve orada takılı kalması ekonominin, bir nedenle, güç kaybına uğradığına işaret eder.
Bana kalırsa bu neden büyümeyi sürükleyecek kaynak tahsisinin optimal altı bir desene savrulmuş olmasıdır. Bu daha çok yüzeysel gözlemlerden kaynaklanan bir iddiadır ve kuşkusuz daha ayrıntılı çalışmalarla doğrulanmaya ihtiyacı vardır. Ama kaba bir değerlendirme dahi bunun test edilmeyi hak eden bir iddia olduğunu gösteriyor. Türkiye ekonomisinin büyüme performansına basit bir “ büyümenin kaynakları” mantığı ile bakıldığında görünen manzara şudur. Özel kesimin yatırım arzusu neredeyse sıfıra inmiştir. Kamu kesimi de istikrarı koruma adına kendi yatırımlarını yok boyutuna indirmiştir. Bu teknik olarak sermaye birikimini (capital accumulation), fiziki boyutlarıyla önemli ölçüde aşındırmıştır. Hem sermayenin hem de insan kaynaklarının verimi gerilemiştir. Sermaye veriminin gerilemesi yatırım zafiyetinin sonucunda teknolojik gelişmede geri kalınmasından kaynaklanmıştır. İnsan kaynaklarının verimindeki duraklama da eğitim ve donanımdaki yetersizlik dolayısıyla ortaya çıkmıştır.
Bu çerçevede özellikle verimlilik bağlamındaki sorunun altında yatan iki etkene daha işaret etmekte fayda vardır. Bunlardan birisi üretim alanı seçişlerinde gözlenen radikal kaymadır. Son yıllarda ekonomi hızla sanayi alanından inşaat ve hizmetlere kaymıştır. Bunlar verimliliğe katkısı görece düşük alanlardır. İkinci etken ise iktisadi kararların kısa döneme sıkışıp kalmış olmasıdır. Kısa dönem kararlarında etkinlik ve verimlilik kaygısı yoktur. Bana kalırsa bu son etken (kısa dönemcilik) ötekileri de çevreleyen bir etki alanı yaratmıştır. Göründüğü kadarıyla Türkiye’de hem siyaset hem de iktisadi aktörler (piyasalar) fazlasıyla kısa döneme takılıdır. Son dönemdeki büyüyememe sendromu kısa döneme takılı kalmış olmaktan kaynaklanan temelli bir sorundur. Bu takıntıyı aşmak zaman ufkunu uzatıp, ileriyi kolay okunabilir hale getirmekle mümkün olabilir. Bu da siyasetçinin işidir diye düşünüyorum.