Kısa mesajlı iletişim ve indirgemeci mantık belamız...
Ülkemizin çok değişik yerlerinde, çok farklı iş ve meslek alanlarında çalışan insanlarla sürekli ilişkinin gözlem birikimi, düşündüklerimizi yönlendiriyor.
Zaman zaman ilgi alanımız daha sınırlı konulara olsa, daha derinlikli düşünceler üretebileceğimizi düşünüyor; zihinsel enerjimizi iyi kullanmadığımız sonucuna varıyorum. Kendimi sorgularken ulaştığımız genellemeleri kayıt altına almaya da özen gösteriyorum. Bunu iki nedenle yapıyorum: Öncelikle, kendimdeki değişikliğin hızını ve yönünü kavramak istiyorum. İkincisi de ilişki halinde olduğum ekosistemin bulanmadan akma tercihimi ne kadar etkilediğini kavramaya çabalıyorum. Biliyorum ki içinde bulunduğumuz ekosistem bizim öznel tercihlerimizi çoğu kez aşmakta, irademiz o sistemin dayattığı sonuçları değiştirme şansına sahip olmamaktadır. Yine de insanların iyi düşünerek, net bilgilere ulaşarak, geleceği öngörerek daha olumlu sonuçlar yaratma potansiyelinin varlığına ilişkin düşüncelerimi koruyorum.
Ekosistem nedir?
Önce çok sık kullanılan "ekosistem" kavramıyla ilgili kısa tanıtımı paylaşalım: Ekosistem terimini ilk kez 1935 yılında bir İngiliz ekoloğu A.G Tansley önermiştir.
Ernst Mayr, ekosistem terimini, "birlik içindeki organizmalar ve bunların çevresindeki fiziksel etmenleri kapsayan tüm sistemleri ifade eder" tanımlar. Tanıma göre ekosistem, birbiriyle sürekli ilişki içinde olan canlıların ve içinde bulundukları fiziki ortamın karşılıklı bağımlılıklarını anlatır.
Ekosistem terimini, R.Lindeman 1942'lerde, "Enerji sistemindeki dönüştürülmesindeki rolü" bağlamıyla ele alır.
Daha sonraki yıllarda ekosistem terimi değişik bağlamlarıyla ele alınmıştır; ekosistem terimi bugün yeniden oluşturulan sistemlerin kendini yeniden üretme yetenekleri bağlamıyla ve sosyo-ekonomik geniş alanları kapsayacak biçimde kullanılmaktadır.
Ekosistem, madde ve enerjiye ihtiyacı olan bütün alanlarda vardır; ekosistem oluşturulması için süreçler, sistemler ve sistemlerin sistemleri arasında bağlantıların kurulması gerekir.
Ekosistemden söz edebilmemiz için, değişim, dönüşüm, uyum süreçlerinin işlemesi, gerek şartlarından bir diğeridir.
Ekosistemden söz edeceksek, girdi veren ve girdi alan bir sistemin yarattığı ortamların, etkilerin ve birikimlerin hesaba katılması da gerekir.
Ekosistem terimi, birbirini besleyen sistemlerin birikim yeteneklerini koruması, uzun dönemli geleceklerini güven altına almasını anlatan bir işleyişin adıdır.
Canlı sistemlerin uzun ömürlü olabilmeleri, ekosistemlerinin sağlam temeller üzerinde kurulmasını gerektirir.
Eğer kendimizin, ailemizin, yakınlarımızın, ulusumuzun ve insanlığın maddi ve kültürel zenginlik üreterek refahlarını artırmalarını istiyorsak, her işi tasarlarken, oluşacak ekosistemin nasıl bir etkileşim ağı yarattığını hesaplamalıyız. Hesap yapabilmek için bu kavramın bileşen ve bağlamlarını zihnimizde iyice netleştirmeliyiz
Ekosistemimiz düşünce üretmiyor mu?
Bazı genellemeleri çok sık anımsattığımın farkındayım. Orhan Pamuk' un, "Yüz kırk karekterle kısa mesajla iletişim kurarsınız ama asla düşünce geliştiremezsiniz!" uyarısı onlardan biri. Düşünce geliştirmesi gereken karar verici insanların merkezi rolünü bildiğimiz için doğru olduğunu düşündüğümüz genellemeleri yineliyoruz.
Düşünen, işini gerektiği gibi bilen, öngören ve önlem alan insanların yaygınlığı, toplumun gelişmesinde itici gücü oluşturuyor. Kimlerin gerçekten işini iyi bildiğini anlamak için çok yalın bir test uyguluyorum: İlk adımda karar verici kişinin birinci derecede sorumlu olduğu alanla ilgili beş temel eğilimin ne olduğunu soruyorum. Bir çırpıda beş temel eğilimi, o eğilimlerin yarattığı fırsatları ve tehlikeleri anlatabilenleri "işini bilen adam" kategorisinde değerlendiriyorum. İkinci adımda, fırsatları en üst düzeyde değerlendirmek ve tehlikeleri en düşük maliyetle savuşturmak için kendi olanak ve kısıtlarıyla, fırsat ve tehlikeleri dengelemek için düşündüğü beş öngörü ve önlemin ne olduğunu anlatmasını istiyorum. Düşünülmüş, düzgün bir anlatımla yanıtlar verilmişse, "işini geliştirme potansiyeli olan adam" kategorisine yerleştiriyorum.
Daha önce de çok yazdım, ülkemizin temel sorunu "inançtan düşünceye geçmek". İnançtan düşünceye geçemediğimiz için " topluluk aşamasından toplum aşamasına" da geçemiyoruz. O nedenle "vasat toplum" olmanın, "orta gelir tuzaklarını aşamamanın" kısır döngüsüne saplanıp kalıyoruz. Bu sonucu yaratan "ekosistemimizi" yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum; sanırım bu düşünceye sizler de katılırsınız.
Düşündüklerimizi test etmenin yöntemlerinden biri de düşüncelerimizi doğrulayan saptamaları izlemeyerek yargılarımızı pekiştirmektir. Ülkemizde düşünce geliştirme eksikliği olduğunu sadece biz söylemiyoruz. Düşünce insanımız Dücane Cundioğlu, kendisiyle yapılan söyleşide bizim tezimizi doğruladı: "Sorun düşünmeyi unutmuş olmamız" diye bir açıklama yaptı. Hayatın özünü yansıtan satranç ve tavlayı icad edenlerin mesajını anımsayalım : "Kim daha iyi düşünür, kim daha iyi bilir, kim daha iyi öngörür ve önlem alırsa o kazanır. İşte hayat budur!" Düşünmeyi unutan bireylerin de toplulukların da toplumların da maddi ve kültürel zenginliği artırarak yaşamı kolaylaştırması neredeyse imkansızdır.
Cundioğlu' nun saptamasının izini sürelim. Düşünür diyor ki, "İdeolojik haklılık insanı aptallaştırır, çünkü izleyicilerinin karşılaştırma olanaklarını elinden alır." Bir başka genellemeyi daha paylaşıyor: "Düşüncenin eşlik etmediği her inanç şiddet yüklüdür."
Gelişmişliğin göstergesi olan anahtar anlatımlarından biri "inançlardan düşünceye, topluluktan topluma geçiş" anlatımıdır.
İnanmak, sorgusuz ve yargısız bize aktarılan bir bilginin peşine takılmaktır.
Düşünmek, bize aktarılan bilgiye bilimsel bir kuşkuyla yaklaşarak sorgulamak; değişik bakış açılarıyla o bilgileri irdeleyerek zenginleştirmektir.
Düşünceyi unutan birey de topluluk da toplum da "inancın" peşine takılır. Düşüncenin eşlik etmediği inanç, her zaman tehlike tohumlarını içinde barındırır.
Düşüncenin eşlik etmediği inancın en büyük tehlikesi, bireyi, toplulukları ve toplumu kendi yanılmazlığına inanmaya götürür.
Düşüncenin eşlik etmediği inanç, egoları şişirir; paylaşmanın yerine ayrıştırıcılığı, bölücülüğü, parçalayıcı ilkelliği öne çıkarır.
Düşüncenin eşlik etmediği inanç, aklı başkalarına emanet eden zihni kölelik yaratır.
Düşüncenin eşlik etmediği inanç, önyargıların, yerleşik doğruların, kalıp düşüncelerin ve kör inançların yeşereceği iklim oluşturur.
Düşüncenin eşlik etmediği inanç, bir merkeze, bir kutba, bir bilene sığınma kolaycılığına yol açar, özgür ve özgün kimliğimizi yok eder; kişilik oluşturmamızı engeller.
Ülkemizde her alanda bir "vasatlık batağından" söz ediliyorsa, bu sonucu yaratan önemli etkenlerden biri, düşüncenin eşlik etmediği inançların hakim olmasıdır. İnanç özgürlüğü ile düşünce özgürlüğünü yerli yerine oturtamayan, bu iki özgürlüğün birbirine "tamponlar" oluşturmasını engelleyemeyen topluluklar da toplumlar da iflah etmiyor; geri kalmışlık ayıbından kurtulamıyor.
Birey olarak bizlerin, topluluk ve toplumumuzun temel sorunu, inançtan düşünceye geçmektir.
Düşünce kısırlığı ve indirgemeci anlayış
İnançtan düşünceye geçebilmek için de kısa mesaja dayalı iletişim aşamasını geride bırakarak, ciddi analizleri izleme, açıklama ve anlama direncini ve sabrını göstermek gerekiyor. Süreç odaklı olmayan, sonuç odaklı, bir takım rakamlara dayalı anlatımların indirgemeci mantığı aşılarak, ekosistemin gerektirdiği bütünsel düşünce aşamasına ulaşabiliriz. Öngörme ve önlem alma disiplinini, bizi yaratmak istediğimiz sonuca götürecek biçimde uygulayabiliriz.
Düşünce kısırlığı ve indirgemeci mantıkla yapılan değerlendirmeler, 'kapsayıcı kurumlar yerine sömürücü kurumların" önünü açar. Daron Acemoğlu ve arkadaşlarının belirttiği gibi, sömürücü kurumların egemen olduğu bir toplumda, maddi ve kültürel zenginliğimizi artırarak, refaha ulaşmamız mümkün değil!
İşimiz, mesleğimiz, mevkiimiz ve konumumuz önemli değil, önemli olan, derin düşünebilmek için kendimize duyduğumuz saygıdır, derin düşünebilmek için zamana kıyma konusundaki özverimizdir. Bu basit sınavı geçip geçmediğimizi, başkalarına sormadan önce kendi iç dünyamızda kendimize sormak gerekir. Amos Oz 'un saptamasını bir kez daha anımsayalım: "Hayatta eli boş dönülmeyen tek yolculuk, kendi içimize yaptığımız yolculuktur"