Kerameti başkaları görmeli
Dilimizde çok sevdiğim sözlerden biri de "kerameti kendinden menkul" nitelemesidir. Sebepsiz yere kendini fazlaca beğenip başkalarına üstünlük taslayanları tanımlamak için kullanılır. Bireysel planda örneklerini eminim hepiniz sıkça görüyorsunuz, ama işin kötüsü son zamanlarda ülke olarak da bu hataya düşmeye başladık, en azından zaman zaman bu görüntüyü veriyoruz. Reforma ihtiyaç olduğunu uzun zamandır hep birlikte kabul ettiğimiz temel yapısal dinamiklerde, kısa vadeli önlem paketlerine çeşni katmak için gelişigüzel sıkıştırılmış retorik dışında, dişe dokunur bir değişiklik yapamadığımız (ya da yapmadığımız) açık. Geleceği kurma açısından tek kritik karşılaştırmalı avantajımız olan genç insan kaynağımızın gereğince donatılması için bir numaralı öncelik sayılan ve mevcut durumda PISA testlerindeki düş kırıcı başarısızlığımızla yetersizliği ortaya çıkan eğitim kalitesini yükseltme umutlarımız da son müfredat değişiklikleriyle bir başka bahara ertelenmiş görünüyor. Oysa dünyadaki bütün kalıcı başarı hikayelerinin ortak özelliği doğal kaynaklara ya da ucuz emeğe değil nitelikli insan kaynağına dayanması. Biz ise düşük eğitim kalitesini de, teknoloji ve bilim üretiminde geride kalmış olmayı da dert etmeden neredeyse sadece arazi değerimizle ( yani jeopolitik konumumuzla) bütün sorunlarımızı çözeceğimize,bir üst lige çıkacağımıza ve bölge lideri olacağımıza inanıyor gibi davranıyoruz. Söylemlerimiz böyle olmasa da en azından uygulamada ortaya çıkan görüntü böyle.
Almanya krizi
Son olarak Almanya ile oluşan gerilimde aldığımız pozisyon, tam da böyle bir algı yansıtıyor. Hem orada yaşayan ve büyük çoğunluğu vatandaşlık hakkını kazanmış Türkler,hem de yatırım, dış ticaret ve turizm boyutlarıyla uzun yıllardan beri en büyük ekonomik ortağımız olan bu ülke ile siyasal sorunlar ve değerler bağlamındaki görüş ayrılıklarımızı olağan karşılayıp karşılıklı diyalog ile aşmaya çalışacağımıza, bunları düşmanlık işareti sayarak psikolojik savaş başlatmaktan nasıl bir yarar umduğumuz belirsiz. Aksine AB sürecinde de en büyük handikaplarımızdan biri olan kamuoyu tepkisini aleyhimize daha da keskinleştirecek, bu yüzden politikacıları da nispeten esnek tutmaya çalıştıkları tutumdan vazgeçmeye ve radikal pozisyon almaya zorlayacak bir tavır bu. Ama daha önemlisi ekonomik yönden göreceğimiz zarar. Bir yandan geçen yıl 2 milyon kadar azalan turist sayısının daha da düşmesi, öte yandan zaten azalma eğilimindeki doğrudan yatırım girişinin ve nihayet 35 milyar dolarlık dış ticaret hacminin düşmesi söz konusu olabilir. Bu ihtimali güçlendirecek araçlar da belli: Alman bankalarının 12 milyar dolar'a düşmüş kredi limitlerinin daha da düşürülmesi, Hermes gibi ihracat garanti kolaylıklarının daraltılması, yatırımcılara ve turistlere olumsuz telkinler. Ayrıca AB'nin finansal kurumlarından fon akışı da sınırlandırılabilir.
Türkiye'nin zaten yapısal nedenle verimliliği düşük olan sanayisini ve bacasız sanayi denilen turizmini böyle bir risk ile yüzyüze bırakma lüksü olmadığına şüphe yok. Zaten hükümet de bunun farkında olmalı ki batılılardan ve özellikle Almanlardan bizim içeride verdiğimiz mesajları önemsememe yolundaki alıştığımız kayıtsızlıktan farklı ve yaptırımların tespitine yönelik somut eylem tepkileri gelince başta Başbakan olmak üzere yetkililer durumu düzeltmek için hatanın tekrar etmeyeceğini, iletişim hatası olduğunu belirterek yoğun bir çaba içine girdiler. Umalım ki bu çabalar, uğranacak hasarın sınırlı kalmasını sağlar. Ne var ki Almanya ve diğer çekirdek AB ülkelerinin demokratik ülkeler olduklarını, kamuoyunun büyük ağırlık taşıdığını unutmayalım; bu defa krizin atlatılması Rusya ile yaşadığımızdan daha uzun sürebilir.
Övünmeyi bırak,sorun çözmeye bak
Doğrudan ilgili görünmeyebilir,ama ben giderek sıklaşan bu krizlere yol açan önemli nedenlerden birinin toplumsal zihniyet kodlarımız ve davranış alışkanlıklarımız ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Kendimizde çok kolay keramet vehmetmemiz, kontrolümüz dışında etkenlerle ya da şans eseri gelen başarıları bile abartıp bunu sürekli kılacak yolları aramaktansa böbürlenmekle vakit ve enerji harcamamız da bunlar arasında. Sistem başarılarına alışkın olmayan toplumun aşırıya kaçan kahraman beklentisinin de buna yardımcı olduğu açık. Özellikle kitle ilgisinin yoğunlaştığı futbol, politika, müzik ve medya gibi alanlarda bunun örneklerini pek sık görüyoruz. Üstelik bu tutumun topluma tek maliyeti çoğunlukla kriz ya da fiyasko ile sonuçlanmaktan ibaret kalmıyor; aynı zamanda uygun koşullar ve ekosistem içinde dünya çapında başarı sağlayabilecek nice potansiyelin üniversitede, iş hayatında, sporda, politikada ve hatta sanatta heder olmasına veya körelmesine katkı yapıyor.
Kaldı ki başarı, onu gerçekleştirenin söylemesine ihtiyaç göstermez, objektif ölçüm kriterleriyle belirlenir ve uzman kuruluşlar ya da ilgili kurumlarca tescil edilir. Başkalarından beklenmeyecek olan ve kendimizin çözmemiz gereken ise yapısal sorunlarımız ve zaaflarımızdır. Oysa biz çoğu zaman başarılarımızı kendimiz tanımlayıp övünmeyi seviyor, sorunlarımızın kabahatini ise başkalarına fatura edip çözümü de dışarıdan bekliyoruz. Sürekli ekonominin iyi durumda olduğunu yinelemektense sanayinin teknoloji düzeyini nasıl yükselteceğimizi, öğrencilerin PISA performanslarını yükseltmek ve daha iyi öğretmen yetiştirmek için neler planladığımızı, 2012'den sonra sürekli gerileyen doğrudan dış yatırım girişlerini arttırmak ve küresel yatırım fonları gözünde cazibe sıralamasında yükselen ülkeler arasında beşincilikten onunculuğa düşen yerimizi yeniden yukarı çıkarmak için ne yapacağımızı belirlememiz çok daha yararlı olur kuşkusuz.Yeri gelmişken, son on gün içinde iki kez İstanbul'u çökerten şiddetli yağmur ve sel baskınlarının küresel ısınma ve yeşil alanların betonlaşması ile yakın ilgisi bilimsel olarak kanıtlanmış ve İstanbul uluslararası raporlarda iklim değişikliği ve karbon emisyonundan en fazla etkilenecek iki Avrupa şehrinden biri olarak tescil edilmişken, inşaatı ve kömür enerjisini öncelik sayan mevcut politikalarımızı revize etmeyi düşünmemiz gerekmez mi?