Kendi tarihimizi yazmalıyız
Öğrendiklerimiz, öğrendiklerimize akıl katarak bilgiye dönüştürdüklerimiz, bilgileri sentezleyerek bir fikre ulaştığımız, fikirleri projelere dönüştürdüğümüz; projelerle de maddi ve kültürel zenginlik üreterek insanların yaşamını kolaylaştırdığımızı biliyoruz; çünkü bu yaşamımızın özünü oluşturan bir süreç.
O halde,yalın bir veriden, karmaşık bir projenin hayata taşınmasına kadar attığımız her adım, üretme ve bölüşmenin ya da insanın icatlarından biri olan "ekonomik sistemin" bir parçası olarak algılanmalı.
Bu sistemin işleyişi içinde, biri size "doğru iş yapabilmenin yöntemi nedir?" sorusunu yönettiğinde ne yanıt verebilirsiniz?
Soru üzerine biraz düşünelim: Her başarılı işin ardında, ilgili kitlelerin güvenini kazanmak var. Bunun için de "inandırıcı gerekçelere" kafa yormamız gerekiyor. Yani, ölçü koymadan, gerekçe üretmeden, yaptığımız işi kendi zihnimizde meşrulaştırmadan yola çıkmamalıyız ki, başkalarının zihninde de meşrulaştırarak "kitle desteğini" arkamıza alabilelim. Bilmeliyiz ki, kitle desteğini arkasına almayanların tarihe katkı yapmaları mümkün değildir. O tarih, bireyin kendi tarihidir.
Yaşadığımız evrenin küçük bir parçası olan bu dünya, ne yaz ki bir "dualite" üzerine kuruludur: Her inişin bir çıkışı vardır; karanlıklardan sonra aydınlık gelir, elimizin ayası kadar tersi de gerçeğimizdir. Üzüntü kadar acılar da bizim içindir. Bu ikili yapıyı kavramadan ne gücümüzü etkin kullanabiliriz ne de dünyayı anlayarak, onun fırsatlarından yararlanabiliriz…
Bir "iş fizibilitesi" yapıyorsanız; sadece "olabiliri" değil "olmazları" da kanıtlamak zorundasınız. Olgunun bir yönünü aşırı değerlendirirken, öteki yanını ihmal ettiğimizde "tek tip düşüncenin" tutsağı haline geliriz.
Yaşadığımız evren hiçbir şeyin anlaşılmadığı bir "kaos ortamı" olmadığı gibi, hiçbir şeyin değişmediği, aramanın, bulmanın, bilmenin ve yorumlamanın gereksiz olduğu bir yer de değil. İkisinin arasındadır; o nedenle arayanın ve araştıranın onu anladığı, anlamayanlardan bir adım öne geçtiği, anlayamayanların geride kaldığı "hiyerarşinin mutlak olduğu" bir zaman ve uzam ortamıdır.
Anlaşılabilir olan zaman ve uzamdaki ilişkileri kavramak isteyenler için "metot " en etkili araçtır. "Metot, o kadar önemsizdir ki, sadece esası etkiler" saptamasını hiç aklımızdan çıkarmamak gerekir…
Açıklamalarımız, kişisellikten uzak, malumata, bilgiye, anlamaya, fikre ve projeye dayalı, ilkelerden beslenen, kurallarla sınırları çizilen, yasalarla düzeni güven altına alınan bir yapıya oturmalı.
Evrim gerçeği, üreme, mutasyon, ayıklama, yalıtım ve işbirliği yönünde gelişir.
Gelişmiş insan, gelişkin topluluk ve olgunlaşmış toplum, ayrışmayı, çözülmeyi, çatışmayı bir yana bırakarak, ortak güç ve akılla refahı yükseltme odağında birleşir. Bu nedenle paylaşıcı olmak önemli bir erdemdir; hele çağımız gibi ilk maliyeti ödendikten sonra paylaşıldıkça büyüyen bilgi-ekonomisi göz önüne alındığında, paylaşımcı ruhun yaşamımızı yönlendirmedeki önemi daha net anlaşılır…
"Her şey insan için…"
İnsan-odaklı olma hiç kolay bir iş değil. Önce ilkelerle kendimize fren koyabilecek kadar gelişmiş olmamızı gerekir… Kendimizi sorgulamayı becermek, kendimize ayna tutmak, her şeyden önce kendimizle başa çıkmasını bilmek gelişmiş olmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Gelişmiş insan zamanının yüzde 80'ini öngörme ve önlem alma disiplinine harcayabilen insandır.
Başarıya giden yol, "güçlü bir iradeden" besinini alır; inandırıcı ve "güven veren" bir yargılamanın rüzgarları ile yelkenlerini doldurur; "bağımsız ve adil yargılama" sisteminde tohumlarını çiçeğe, çiçeğini meyveye, meyvesini zenginliğe dönüştürür…
Haydi hep birlikte yeni çiçekler açtırabilen bir toplum oluşturmak için el ele verilmeli.