Kendi çıpalarımız olmalı
Son yıllarda dünyada, bölgede ve ülkede o kadar değişiklik oldu ki artık önümüzdeki dönemlere ilişkin öngörüde bulunmak uzmanlıktan çok falcılık gerektirmeye başladı. Yakında risk analizlerini ve ekonomi projeksiyonlarını yapanlar arasına astrologlar katılırsa hiç şaşırmayacağım. Bizim zaten sistematik analiz ve stratejik kurgulama ile başımız pek hoş olmadığı, aksine akıntıya kürek çekme gibi geleneksel bir spora düşkünlüğümüz bulunduğu için bunu pek dert etmeyeceğimiz açık; ne var ki zaman zaman sandığımızın aksine dünya bizden ibaret değil ve başkaları özellikle teknoloji ve ekonomide işi tesadüfe bırakmıyorlar. Nitekim bütün yıl haber kanallarımızı ve finans sektörü çalışanlarımızı tam istihdamda tutan ve sonsuza kadar sürse zevk alacakmışız gibi duran ABD Merkez Bankası faizlerindeki belirsizlik de nihayet ortadan kalktı ve öngörülebilir bir yörüngeye oturdu. 2000'den sonra istikrar sağladığımız tek çıpa olan mali disiplinin üzerine krizden bu yana bir dış çıpa olarak eklediğimiz belirsizlik yavaş yavaş dağılmaya başlayacak gibi. Bu durumda bizim de daha kalıcı ve güvenilir bir çıpayı ya da mümkünse birden fazlasını kendimizin imal etmemiz gerekecek; zira her defasında doğru akıntıyı bulacağımız garanti değil.
Ülke imajı için pazarlama ve marka da şart
Artık kabul etmiş göründüğümüz dönüşüm ve reform yapma ihtiyacı ile ilgili olarak eyleme geçme ve maliyetlerle yüzleşme bakımından karar aşamasına geliyoruz. Yani sadece kimsenin itiraz etmeyeceği, zaten de etmediği onlarca programı ve binlerce eylemi retorik düzeyinde telaffuz etmeyi geride bırakarak bunları hangi öncelik sırasında ve nasıl; yani hangi yöntemlerle gerçekleştireceğimize karar vermeli, maliyetleri ve etkileri konusunda tedbirlerimizi alıp uygulamaya geçmeliyiz. Bu bağlamda kısa ve uzun vadeli olarak gidermeyi hedeflediğimiz zafiyetleri saptarken gerçekçi olmamız da şart. Yani işgücü verimliliğinde, eğitim kalitesinde, teknoloji üretiminde, hukuk güvenliğinde, kamu finansmanı ve vergi sisteminde nerelere odaklanmamız, statükoyu nerelerde değiştirmemiz gerektiğini belirlemek ve ortak yararımız için doğabilecek tepkileri göğüslemeyi göze almak şart.
Gerçekçi olma gereğini vurgulamamız şundan: Çoğu zaman sahip olduğumuz tartışmalı özellikleri güçlü yanlarımız arasında sayma eğilimimiz var. Sözgelişi girişimcilik ve işgücü verimliliği açısından bulunduğumuz yeri abarttığımızı, bu nedenle bu durumu düzeltici politikalar geliştirmekte geciktiğimizi daha önce yazmıştım. Benzer bir durum, önemli bir maliyeti de olmayan, sadece zihniyet ve davranış değişikliği gerektiren “pazarlama” konusunda da söz konusu. 80'li yıllara kadar her üretilenin doymamış iç pazarda kapış kapış satıldığı korumacı bir rejim içinde filizlenen piyasa kültürümüz, döviz krizlerinden uzak durma kaygısıyla dışa açılma kararının ardından rekabet gerçeğiyle yüzleşip başka pazarlarda satmayı öğrenmemizle olgunlaştı ama satıştan daha farklı ve karmaşık bir süreç olan pazarlama konusunda uzun yıllar nal topladık. Öyle ki hâlâ en kaliteli ürünlerimizi bile ancak yabancı markalar altında gerçek değerinden satabiliyor, dolayısıyla katma değerin büyük bölümünü marka sahiplerine vermek durumunda kalıyoruz. Nihayet son yıllarda başta THY olmak üzere az sayıda da olsa başarı örnekleri vermeye başladık, dahası bazı büyük şirketlerimiz konjonktür fırsatlarını değerlendirip yabancı markaları satın alarak küreselleşme yolunda mesafe alıyorlar, ama gidecek daha çok yolumuz olduğu açık. Üstelik bu zaaf sadece ticarette değil başka alanlarda da kendini gösteriyor. Bunun ne kadar yaygın ve köklü bir zafiyet olduğu, çok uzun bir süreç sonunda oluşan ülke imajı konusundaki performansımızdan belli. En yeni ve çarpıcı örnek Suriyeli mülteciler konusu. Eşsiz bir alicenaplık olarak tarihe geçebilecek 2 milyondan fazla insanı kucaklama eylemini öyle sessiz sedasız ve işin kötüsü kafa karıştırıcı başka politika tasarımlarının ardına gizleyerek yaptık ki bu muhteşem imaj yükseltme fırsatını gereğince kullanamadık. Oysa çok daha küçük bir fedakârlıkla Avrupa'yı yumuşatmaya çalışan Almanya ve onun lideri Merkel övgülere ve ödüllere lâyık görüldü. Tabii bunda bizim BM Mülteciler Sözleşmesi'ni imzalamamış olmamızın ve Avrupa'dan farklı olarak kabul ettiğimiz insanların mülteci değil misafir konumunda olmasının da etkisi var, ayrıca İskan yasası ve Cenevre anlaşmasında koyduğumuz coğrafi kısıtlama da bu göçmenlerin burada yerleşmesinin önünde engel; yine de toplum olarak yıllarca yaptığımız ve yapacağımız yüce gönüllülüğü dünyaya daha iyi duyurabilecek, bu arada akıllı bir göçmen politikası oluşturabilecek olduğumuz kuşku götürmez.
Dış yatırım daha seçici olacak
Dememiz o ki sadece üretim yapımızı, insan kaynağımızı, bilim ve teknoloji düzeyimizi dönüştürmekten ibaret değil yapmamız gerekenler, elimizdekileri, ülkemizi, kendimizi de daha iyi tanıtmak ve pazarlamak zorundayız. Yani bir yandan dönüşüp gelişirken, aynı zamanda bu süreci ve iyi yanlarımızı başkalarına da anlatmayı becermeliyiz. Bu, aynı zamanda öngörülebilir gelecekte makul büyüme yörüngesinde kalmamız için tek çare olan dış yatırım cazibemizin artması için de şart. Küresel kriz öncesinde yıllık 22 milyar dolara ulaşan dış yatırım girişinin nedeni de reform süreci ile AB görüşmelerinin sağladığı imaj sıçraması değil miydi? O zamandan bu yana sürekli azalan yatırım girişi, şimdi giderek sıkılaşacak olan likidite konjonktüründe daha da zorlaşacak. Küresel sermaye daha da seçici olacak. Bakın, uluslararası denetim ve danışmanlık firması KPMG'nin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde faaliyet gösteren dev şirketlerin 300'ü aşkın üst yöneticisiyle 2015'te yaptığı ayrıntılı araştırma, yüksek büyüme potansiyeli olan ülkelere akacak yeni sermayenin büyük bölümünün öncelikle Çin, Hindistan ve Brezilya’ya, sonra da Meksika, Singapur ve Güney Kore'ye yöneleceğini, geri kalanın da yeni pazarlar olarak belirlenen Afrika, Ortadoğu ve diğer Uzakdoğu Asya ülkelerine gideceğini gösteriyor. Yatırımcıların karar verirken dikkate aldıkları kriterlerin başında büyüme oranı, liberal hükümet politikaları, vergi teşviği ve teknolojiye erişim, tereddüt ettikleri değişkenlerin başında da gayrımaddi hakların korunması, hukuk devleti, mevzuat karmaşıklığı, yolsuzluk ve altyapı geliyor. Araştırmanın diğer ilginç yanlarına başka bir yazıda değiniriz.
Fazla söze gerek yok, odaklanmamız gereken bunca temel konu varken enerjimizi kıymeti harbiyesi olmayan kısır çekişmelerde tüketmek hiç de akıllıca değil.