Kendi ayağımıza kurşun mu sıkıyoruz?
Hepimiz biliyoruz, ülkemizin hem kısa vadede, hem de orta ve uzun vadede çözmesi gereken pek çok sorunu var. Doğrusu toplum olarak bunların altında ezilmediğimiz, bedeller ödeyerek de olsa esneklik ve direnç göstererek aşmaya çalıştığımız da bir gerçek. Ama insan, atlatılan krizler ve yüklenilen külfetler sonrasında çıkardığımız derslerle zaman içinde bu sorunların sayısının azalmamasına, onlara yol açan zaafl arın giderilmemesine, üstelik aynı sorunların bazen daha da ağırlaşarak yinelenmesine hayıfl anıyor ister istemez. Belli ki önceliklerimizde, yöntemlerimizde ya da stratejilerimizde hata yapıyoruz. Öte yandan sorunlarımızın bir bölümünün görünürlüğü fazla, etkisi şiddetli iken diğer bir bölümü hemen hissedilmeyen, etkisi de uzun vadede ortaya çıkan bir nitelik taşıyor. Birinci gruptakiler sürekli gündemde ve tartışma konusu olduğundan onlarla ilgili farkındalığımız yüksek; ikinci gruptakiler geri planda kaldığından çoğu zaman gereğince önemsenmiyor, fakat genellikle birinci grup sorunların akut hale gelmesinde dolaylı rolleri var. Bugün iki gruptaki sorunlardan birer örneğe, on yılı aşkın bir süredir ekonomimizin en büyük kamburu haline gelen cari açık ile ilk bakışta onunla ilgisiz fakat varlığı çok daha eski insan kaynağı niteliğine ilişkin bazı tespit ve gözlemlere değineceğim.
Cari açık alarm veriyor
Ekonomik aktivitenin dış borçlanmaya, ihracatın da ithalata bağımlılığı sonucu yapısal bir karakter kazanan cari açık, 2017 yılını da 47 milyar dolar’ın üstünde, yani son dört yılın en yüksek düzeyinde kapattı. Yine son dört yıldır ilk defa cari açık, milli gelirin % 5.6 sına vararak, Dünya Bankası’nın yıllar önce yaptığı “ model dönüştürülmediği ve yapısal zafiyetler giderilmediği takdirde cari açığın milli gelire oranının %5.5’tan aşağıda olamayacağı” uyarısını doğruluyor. Bu açık, küresel kriz sonrasında 2011 ve 2013 yıllarında yaşanan rekor açıklar hariç tutulursa son 15 yılın da en yüksek açığı. İşin kötüsü geçmiş yıllarda gördük ki büyümenin yavaşlaması halinde bile cari açık düşmüyor. Ayrıca zaman zaman topluca sevindiğimiz yüksek büyümeler de eşanlı yükselen enfl asyon ve döviz kuru ile eriyerek kişi başı gelir düzeyinde patinaj yapmamıza yol açıyor. Büyüme performansının refaha yansımadığı, işsizlik rakamlarının çift hanelerde park etmesinden de belli. Kamu yönetimi, istihdamı arttırmak için envai çeşit teşvikle sisteme kaynak arttırmak zorunda kalıyor.
Açığın finansmanı da daha az sorunlu değil. Yıllar içinde doğrudan yatırım şeklinde gelen sermayenin azaldığı, hata son iki yılda net dış kredi kanalında da büyük bir daralma olduğu. sermaye girişlerinin büyük ölçüde hisse senedi- tahvil şeklinde portföy yatırımlarına yani her an geri dönebilecek sıcak paraya bağımlı hale geldiği gözleniyor. Üstelik 8.2 milyar dolarlık doğrudan yatırımların yarısından çoğu gayrımenkul, yani üretim ve istihdama katkısı yok.
En yeni uyarı da geçen hafta açıklanan Ocak ayı dış ticaret verilerinden geldi. Cari açığın temel kaynağı olan kronik dış ticaret açığımızın yeni yılda büyük bir sıkıştırma yaratabileceğine işaret olan bu verilere göre Ocak ayında ihracat %10.7 artışla 12.1 milyar dolar olurken ithalat %38 artış ile 21.5 milyar dolara ulaştı. Bu, 9 milyar doları aşan aylık ticari açıkta % 108 gibi rekor bir yükseliş anlamına geliyor. Cari açığın da aylık bazda 6.5 milyar dolar olduğu düşünülürse ocak sonları itibariyle yıllık 51 milyar dolara ulaştığı görülüyor. Gerçi hükümetin 2018 cari açık öngörüsü de 52 milyar dolar, ama daha ilk ayda buna erişilmiş olması gelecek aylarda ciddi anlamda zorlanacağımızın kanıtı. Hele Ocak verilerinin açıklanmasından birkaç gün önce Başbakan Yardımcısı Şimşek’in “ cari açığı milli gelirin %3’ünün altına indireceklerini” söylemesinin ardından bu gelişme tatsız bir sürpriz oldu. Zorlanma hem açığın ve ona sıkı sıkıya bağlı büyümenin sürdürülebilirliği, hem de TL değerinin korunması yönünden sözkonusu. Parada keskin bir düzeltme ve ekonomik durgunluk anlamına gelebilecek bu ihtimali önlemek, dış kaynak girişlerinde ABD faiz politikasıyla artacak baskıyı azaltmaktan geçiyor. Bu açıdan Türkiye’nin bir yandan yatırım ortamını ve yatırımcı güvenini güçlendirirken diğer yandan oldum olası Türkiye’ye dış yatırım girişinin temel kaynağı olan Avrupa ile ilişkilerini süratle iyileştirmesi şart.Dış politikada son zamanlarda yakınlaştığımız ülkelerin ( Rusya, Afrika, Katar vb.) hiçbiri Avrupa’nın yatırım ve ticaret bağlamında sağlayacağı katkının yanına bile yaklaşacak potansiyel ve kapasiteye sahip değil. Sözgelişi Katar’ın Türkiye’ye yatırımı 2017’de 100 milyon dolar iken sadece Hollanda’dan gelen dış yatırım 1.8 milyar dolar. Avrupa’nın dış ticaretimiz açısından hayati önemi zaten malum. Rusya’nın ise savunma ve enerji dışında sınai kapasitesi ve ihracatımız açısından potansiyeli sınırlı. Türkiye’nin milli gelirin % 12.5’ine varan bir dış ticaret açığını mevcut konum ve politikalarla sürdürmesi mümkün görünmüyor.
Dış yatırım uygun çevre ister
Son zamanlarda İstanbul dışındaki büyük kentlerimizde gözlediğim bir sıkıntı, yatırım ortamının ilk bakışta görülmeyen başka eksikliklerinde de kötüleşme olduğunu düşündürüyor. Orta ölçeğin üstündeki yerli ve yabancı sermayeli işletmeler, nitelikli yönetici bulamadıklarından yakınıyor ve bu nedenle merkezlerini İstanbul’a taşımayı dahi tartışıyor. Sebep açık, aileleri için yeterli sosyal ve kültürel çevre şartlarının, çocuklar için eğitim olanaklarının kısıtlılığı. Yatırımın sadece teşviklerle artmayacağını, pek çok faktörün bileşiminden etkileneceğini hep söyleriz.
Hele belli standartlara alışmış yabancı doğrudan yatırımcıların, ülke riskini düşürsek bile başka kriterleri de gözönünde bulunduracakları, nitelikli eleman sayısı kadar bunun dağılımına da bakacakları açık. Kapsamlı stratejilere ihtiyacımız var.