Kaybetmeye hükümlü bir ömür
“Sous le ciel de Paris/marchant des amoureux / Paris göğünün altında sevgililer yürüyorlardı” diyordu… Başka bir şarkısında “Non je ne regrette rien / Hiçbir şeye pişman değilim” diye haykırıyordu…
Tam 55 yıl önce bir yine Ekim ayında kaybetmişiz “Kaldırım Serçesi”ni. Argoda “Serçe Çocuk” anlamına gelen “La Môme Piaf” adıyla 20 yaşında sahneye çıkan Edith Giovanna Gassion’u, 1.47 boyundaki “dev” sanatçıyı… Hep kırılan, kırılganlıklarını şarkılarına yansıtan Edith Piaf’ı…
Kimi zaman da “La Vie en Rose”da söylediği gibi hayatı “pespembe” gören, umutla tutunmaya çalışan sanatçıyı…
Mutsuzluğu da anlatsa, mutluluğu da dile getirse sevdalarını yüce bir bakışla aktaran Piaf’ı, ölümünün 40. yıldönümünde, kenti Paris’te, onu hiç unutmayan Fransızlarla birlikte anmıştım…
15 yıl geçmiş… Diskoteğimde hiç eksik olmadı Piaf. Bugünlerde de yine onu dinliyorum…
O gün, dönemin Paris Belediye Başkanı Bertrand Delanoe, Piaf’ın heykelini şarkıcıyla aynı adı taşıyan meydana yerleştirmişti. Radyolarda, televizyonlarda onu anlatan belgeseller yayınlanmıştı. Yazılı basında ise Piaf sayfaları vardı. “Paris’in Çocuğu Piaf” isimli bir sergi açılmıştı Belediye Sarayı’nda…
Sonra, İstanbul’a dönünce de Fransız kanalları TV 5’te ve Ar-Te’de defalarca izlemiştim onu. Şarkılarını çalmıştım yeniden, yeniden CD’lerde… 1999 yılında Fransız kamuoyunda yapılan bir araştırmada toplumun yüzde 54’ünün onu dinlediği saptanmıştı. Bu sıralamada Celine Dion yüzde 26, Maria Callas yüzde 19’la çok geriden geliyorlardı…
“Bakın şu küçük kadına” demişti, onun ölümünün hemen peşinden bu dünyayı terk eden Jean Cocteau “Elleri yıkıntı kertenkelesinin eli. Bonaparte alnına bakın, ışığa kavuşmuş kör gözlerine bakın. Edith Piaf, şarkısını karanlıkta el yordamıyla buldu ve görmeye başladı… İçine yerleşmiş ses, bedenin derinliklerinden çıktı, siyah kadifeyi serdi ortaya.”
Annesi hastaneye yetişemediği için karakol kapısı önünde iki polisin yardımıyla dünyaya gelen Edith Piaf, gerçek hayatta 3 yaşında menenjit geçirip kör olmuş, 7’sinde kendiliğinden görmeye başlamıştı tekrar. Fotoğraflarının, filmlerinin o, hep yukarı bakarken aşağıdan çekilmesi, belki de bu hastalığın gözlerinde bıraktığı bir iz olan düşük gözkapaklarının belli olmaması nedeniyle miydi?!
“Au Bal de la Chance / Talih Balosu”nda ve “Ma Vie / Hayatım” adlı kitaplarında yaşamını anlatmıştı Piaf. Kız kardeşi olduğunu söyleyen Simone Berteaut’nun “Piaf” isimli onun yaşamını anlatan romanı ise dilimize “Kaldırım Serçesi” (Agora Kitaplığı) adıyla çevrilmişti…
1983’te, Başar Sabuncu’nun, Piaf’ı İstanbul sahnelerine taşıyan oyunu “Kaldırım Serçesi” adıyla Gülriz Sururi-Engin Cezzar tarafından sahnelenmişti ve büyük bir hayranlıkla izlemiştim. Sonra da oyundaki şarkıların yer aldığı kaseti gece gündüz dinleyip durmuştum…
“L’hymne de l’amour”, “Padam-Padam”, “Mon Légionnaire”, “Milord” gibi şarkıları, Piaf sevgisinin yanında Fransızcaya da merak salmama neden olmuş, Fransız Kültür’de ders almaya başlamıştım o yıllarda…
Edith Piaf’ın hayatı, 2007 yapımı “La Môme” filmiyle yeniden konuşulmaya başlandı. Çok genç yaşta doğurduğu kızı Marcelle’i, 3 yaşında menenjitten kaybetmesi; dönemin ünlü boksörlerinden Marcel Cerdan’la yaşadığı büyük aşk ve bir uçak kazasında onu yitirmesiyle yaşadığı büyük yıkım… Keşfettiği Yves Montand, hep kaybetmeye hükümlü bir ömür…
“Geçip giden aşklarının acısı”nın yıktığı Edith Piaf’ın yaşamı ve şarkıları, mutlu bir aşkın önemini ve bunu bulunca sürdürebilmenin her şeye değdiğini öğretmişti bana. Sürdürebilmeyi, başarabilmeyi, direnmeyi ıskalamamak gerekliliğini anlamıştım…
Bu ölümlü dünyada, çok az insana nasip olabilecek “pembe yaşam” olasılığıyla karşılaşıldığında yaşamayı tercih etmek gerekiyordu mutlaka…