Katılım çok, ortak payda yok
Bu köşenin mutad konuları arasında olmayan, ancak toplumsal uzlaşma ve refah vizyonu için ekonomide yapısal dönüşüm bağlamında öncülük ve karar sürecini üstlenmesi gerektiğinden zaman zaman referans verdiğimiz siyaset, bir yılı aşkın bir süredir gündemin açık ara bir numaralı konusu durumunda. Üstelik geçtiğimiz pazar günü yapılan seçim sonuçları, ortaya bu siyaset ağırlıklı gündemin uzunca bir süre devam edeceği, yönetilmesi ciddi çaba gerektirecek bir tablo koymuş bulunuyor. Buna karşılık toplumun demokrasiye ve oyuna bilinçli bir şekilde sahip ve nihai kararı kendisinin vereceğinin farkında olduğunu, bu açıdan, geçen haftaki yazımızda da belirttiğimiz gibi, batılı standartlara en fazla yaklaştığımız olan seçim süreçlerinde demokratik olgunluğunu kanıtladığını da sevindirici bulmak gerekir. Bu durumu görünce, geçenlerde Gaziantep Belediyesi’nin son dakikada iptal ettiği “fahri hemşehrilik” beratı dolayısıyla yeniden popüler olan Stephen Kinzer'in yıllar önce "Reset" adlı kitabında İran ile karşılaştırırken Türkiye’nin demokrasi standartlarında ulaştığı düzey ve bunu içselleştirmesi yönünden Ortadoğu ülkelerinden en az 100 önünde olduğuna yaptığı vurguyu anımsamamak mümkün değil...
Yüksek katılımın arka planı
Aslında Kinzer'in yaptığı tespit, Türkiye’nin ekonomik altyapı ve kurumsallaşma yönünden vardığı düzeyin temsil ettiği potansiyel açısından da doğru. Bizim öteden beri ifade ettiğimiz kaygılarımız bu potansiyeli değerlendirme konusunda düştüğümüz gecikme ve ihmalden, reform ve dönüşüm sürecinde sergilenen irade noksanından kaynaklanıyordu. Toplumun sadece seçim dönemlerinde aldığı inisiyatifi başka zamanlarda göstermesi geleneğinin oluşmamış olmasının, seçilen kadrolara çok geniş, fakat aynı zamanda popülist ve kolay yoldan yani ulufe dağıtarak destek toplamaya yönelerek yozlaşmaya elverişli bir alan bırakmasının bunda önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Seçimlerin ekonomik başarı yönünden bizde bir tür "rus ruleti“ ne benzer demokratik model oluşturduğunu da bu nedenle söylemiştim. Sivil toplum dinamiklerinin gelişmesi, hukuk güvenliği, temel hak ve özgürlükler, eğitim gibi kurumsal önceliklerin tartışma dışında bırakılarak seçimlerin sadece sorunlu alanlarda yoğunlaşması da aynı nedenle gerekli. Ancak bu olursa toplumun mucizevi çözüm ve sihirbaz liderlik beklentilerinden kurtularak daha rasyonel ve öngörülebilir seçimler yapabilmesi, böylece hem demokratik süreçteki çıtasını daha çok yükseltmesi, hem de seçtiği kadroların başarı ihtimalini önemli ölçüde arttırması mümkün olabilir.
Oysa Türkiye'de seçimler oldum olası, uzlaşma ve ortak paydaların neredeyse olmadığı, seçilenler kim olursa olsun değişmeyecek, yani istikrar kazanmış kurumların son derece az olduğu, dolayısıyla sistemin, hatta A'dan Z ye her şeyin değişebileceği beklentisi ya da tehlikesi altında bir ortamda yapılıyor. Yani ilk bakışta çok olumlu görüp övündüğümüz katılım oranı yüksekliği, bir yandan bu beklenti ve tehlikenin varlığından, diğer yandan seçimin toplumun iradesini göstereceği yegane fırsat olmasından kaynaklanıyor. Diğer bir açıdan bu durum, herkesin üzerinde ittifak ettiği değerler ve ilkelerin son derece sınırlı olduğuna da işaret ediyor. Ayrıca bütün bu atmosfer, bir gerginlik ve öfke birikimine yol açıyor ki bu da kendi başına süreci istikrarsız hale getiren bir faktör. Bu nedenle belki de daha gelişmiş bir Türkiye, daha düşük katılım oranlarına tanıklık edebilir.
Siyasetin başarı kriteri ne olmalı?
Pazar günkü seçim sonuçlarının yorumcuların ilk bakışta üzerinde durmadıkları bir yönü var ki ülkenin geleceği bakımından umut verici. Söz gelişi beklemediği bir oy kaybıyla karşılaştığı için muhtemelen hayal kırıklığı yaşayan, fakat hala açık ara en büyük siyasi eğilim konumunu sürdüren iktidar partisinin cesur bir stratejik tercihle başlattığı "çözüm süreci" ne toplumun bu seçimde verdiği destek, seçim sistemindeki barajı aşan parti sayısını 4'e çıkardığı için milletvekili sayısı açısından en büyük hasarı da ona vermiş görünüyor ama hem terör tehlikesini sona erdirmesi, hem de toplumsal barış için kendi imzasını taşıyan barış projesinin onaylanması anlamında önemli ve gerginliği düşürecek bir gelişme. Bu politikanın toplum tarafından benimsenmesi, bütün siyasal partiler için orta vadede rahatlatıcı olacak.
Birçokları tarafından spektaküler bulunsa da seçim sonuçları, bu köşenin temel konusu açısından kanaatimizi değiştirmiş değil. Çünkü seçimle işbaşına gelecek kadrolar kim olursa olsun ortak paydalarda buluşma ve refah arayışında yapısal dönüşüm, toplumun kendisinin gerçekleştireceği, bu nedenle söz konusu hedeflere ulaşmak için belli külfetlere katlanmaya, belli maliyetleri yüklenmeye, açıkçası zihinsel ve kurumsal anlamda kapsamlı bir değişime hepimizin hazır olmasını gerektiren bir süreç. Siyasal partiler, bu bağlamda süreci yönetmek için tayin ettiğimiz temsilciler. Onları, bu süreci yönetmedeki maharetlerine göre başarılı ya da başarısız saymalıyız.