Kasabalılık, kendinin vazgeçilmez olduğuna inanmaktır
Kadim halkların binlerce yıllık akıl süzgecinde arıttıkları sözlerinin hepsi, her zaman geçerli değildir ama bazıları zamanın aşındırıcılığına karşı direnir: "Mezarlıklar, vazgeçilmez insanlarla doludur!" özlü sözünde anlatıldığı gibi.
NASA gibi insan kaynağının en süzmelerini çalıştıran, bir süper gücün maddi desteğini arkasına alan, bilimin en ileri yöntemlerine, en gelişmiş araçlarına sahip olan bir kurum, evrenle ilgili bilginin sadece yüzde 5'ine sahip olduklarını açıklıyorsa; yaratılıştan dehanın en uç noktalarında dursak bile, bilmemiz gerekenin yüzde 5'ine sahip olmadığımızı kavramamız gerekir.
İnsan doğasının önemli zaaflarından biri "aşırı ve noksan değerlendirme" yapmaya yatkın olmasıdır. Özellikle, topluluk örgütlenmesinin düğünde, dernekte, pazarda, çarşıda, toyda, törende, tarlada tapanda birbirlerini gözle ve sözle kontrol etmesi, kendi içinde tanımlı bir topluluk oluşturur. İnsanlar, aileden, sokaktan ve çevreden öğrendikleriyle insanlar arasındaki ilişkiyi tanımlayan "sosyal mesafelerini" daha kolay ayarlama olanaklarına sahiptir.
Mesafe tutturmak
Kentsel toplumlarda "hukuk sistemini oluşturan kurumlar, sosyal mesafeleri" yeniden tanımlar, bir şeyi hayal etme ile uygulama anlamına gelen "deneysel mesafeleri" nasıl ayarlayacağımıza ilişkin "gözetim ve denetim" işlevini yerine getirir. Topluluk aşamasından toplum aşamasına geçmek, görmediğimiz, bilmediğimiz ve karşılaşma olasılığının son derece sınırlı olduğu insanlar için "en iyiyi üretme bilincine" sahip olmaktır.
Topluluk örgütlenmesi ile toplum örgütlenmesi arasındaki "geçiş süreci" aşamasında da "kasaba kültürü" baskındır.
Kasaba kültürünün göstergelerinden biri de insanların önemli olmayı öne çıkarmaları, değerli olmaya özen göstermemeleridir. Kasaba kültürünün yaygın olduğu geçiş aşamalarında, belli bir güce erişmiş insanlar arasında "vazgeçilmez olduklarına" inananların sayısı bir hayli kabarıktır.
Kasabalılık, hayatın temel sabitlerinden biri olan "aşırı ve noksan değerlendirme" tuzağına düşmektir. Bu genellemeyi doğrulayan somut bir kanıt isteyenler, Güven Sak'ın 9 Mart 2015 günü DÜNYA gazetesindeki "Böyle başa böyle tıraş yaraşır" başlıklı yazısına başvurabilir.
Daha önce 22 ülke için yapılan bir çalışmanın metodolojisini Türkiye' ye uyarlayan Dünya Bankası Türkiye Ofisi, yaklaşık 330 şirketi incelemiş. Çıkan sonuçlara göz atalım:
1.Şirket yöneticilerinin kendi becerilerine olan güveni ile şirket performansları arasında bir uçurum olduğu görülmüş.
2.Araştırmanın yapıldığı ülkeler arasında, en fazla kendine güvenen ve kendi halinden memnun olan şirket yöneticileri bizim ülkemizde.
3.Uçurumun en fazla olduğu 5 ülke Türkiye, Meksika, Brezilya, Arjantin ve Şili.
4.Kişi başına gelir arttıkça, hakikat ile hayal arasındaki dengeyi oluşturan "deneysel mesafeler" yerli yerine oturuyor; uçurumlar azalıyor: Singapur, Japonya, Fransa, İsveç ve ABD gibi.
Kişi başına gelirin artması
Kenichi Ohmae'nin analizlerindeki "kalkınma merdivenlerini" anımsamalıyız. Kişi başına gelir arttıkça, insanların düşünce modelleri farklılaşıyor. Bu farklılığın önemli göstergelerinden biri de şirket yöneticileri olduğu gibi, çalışanların da kendi bilgi, beceri ve yeteneklerine aşırı değer yükleme yerine, somut ölçüler kullanarak değerlendirme yapmalarıdır. Sak'ın yazısında gönderme yaptığı İdil Bilgiç Alpaslan'ın ilettiği bilgilere göre, ülkemizde şirket çalışanlarının yüzde 40'ı iş için gereğinden fazla niteliklere sahip olduklarını düşünüyor. Kişi başına yaratılan ciro, kar, üretilen ürünün birim fiyatı gibi ürüne akıl katma düzeylerine de bakılarak, çok ölçülü düşünme ve değerlendirme öne çıkarılamayınca, kendine aşırı değer veren; kendi vazgeçilmezliğine inananlar artıyor. OECD çalışmalarına göre de ülkemiz insanı, gelişmiş ülkelerin insanlarını kat kat aşan bir kendini yeterli bulma algısına sahip.
Zihniyet sorunlarında olduğu gibi kendine aşırı değer yükleme eğiliminin bazı olumlu yönleri olabilir: Kişinin kendini motive etmesi için zihninde yaptıklarını meşrulaştırması gerekir. Başkalarından farklı olduğuna inanan insanın bilgi edinme, bilgiyi anlama, derinliğine kavuşturma ve yarar üretmede farklı olabilmek için başkalarından daha çok çalışabilir. Başka insanlarla dengeli ilişkiler kurmak, sosyal mesafeyi dengede tutmak için özen gösterebilir. Kendine yatırım yaparak, bilgi, beceri ve yeteneklerini geliştirerek farklılığını korumak isteyebilir. Eğer bu eğilimleri, olumlu yönde kullanırsa, psikolojik mesafeleri koruyabilirse, kendine aşırı değer yükleme yerine dengeli değer yüklemenin itici gücünden yararlanabilir.
İnsanın kimliğini belirleyen kendine yüklediği değerler aşırıya kaçarsa, psikolojik denge şaşar; sosyal denge bozulur, zaman ve mekan kullanmadaki beceriler aksar, deneysel mesafeler uçlara kayarak kaynak israfına sebep olur. "Ben en iyisiyim" diye düşünme, kendimize aşırı değer yüklemektir; bütün dengeleri bozabilir. "Benden adam olmaz" ezikliği de bireyi edilgenliğe iter; girişimci enerjisinin kullanılmasını engeller.
Aşırı ve noksan değerlendirmelerin yaygın olduğu kasaba kültürü, maddi ve kültürel zenginliği artırarak insan yaşamını kolaylaştırma olarak anladığımız kalkınmayı engelleyici bir etkendir.
Kasaba kültürü, Şükrü Hanioğlu'nun altını çizdiği gibi, "Türkiye'nin bir asrı aşan çabaya karşılık neden 'liberal demokrasiler’ arasına giremediği, toplumun 'kimin tarafından' değil, nasıl yönetileceğini kurallara bağlama ve hayata geçirme alanında sınıf atlayamadığımızdandır."
Beyin takımlarına güvenme
Hala bugün bireylere aşırı güven algısını kıramadık. "Beyin takımlarına" umut bağlamayı bir türlü aşamadık. Yönetişim dediğimiz olgunun, bireyin hayat kattığı, ama kendisine mutlak bağımlı olmayan işleyen kurumlar yaratmak olduğunu bir türlü içimize sindiremedik. Bir lidere aşırı inanma, bir kutbu arama, birinin bizim adımıza gerçeği araması ve hakikati söylemesine yatkınlığımızı kıramadık. Aklımızı başkalarına emanet etmenin, kendi aklımıza saygısızlık olduğunu kavrayamadık.
Küresel eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehditleri erken uyarı mantığı ile anlamanın ne denli önemli yönetişim aracı olduğunu içimize sindirmiş değiliz. Gerçekliklerimizi belirleyen zihni modelleri, modelleri oluşturan varsayımları sürekli sorgulamayı beceremedik. Kendi içimize yolculuk yaparak, olanak ve kısıtlarımızla potansiyeller arasında denge kurmanın ne kadar etkili bir yönetişim aracı olduğunu gerektiği kadar sorgulayamadık. Tek ölçülü düşünmenin, indirgemeci mantığın yakınında, bileşen ve bağlamları dikkate alan düşünce üretmenin uzağında duruyoruz.
Sistemin önemini, sistemin içine hayat dolduracak insanın yetiştirilmesini kavrasak; politik dilimiz değişir; eğitim sisteminde geleceği yaratmaya katkısı olmayan değer ölçüleri kullanılmaz, çok ölçülü düşünme yaygınlaşır; o zaman kendimizi olduğundan farklı gören kasabalı saplantılarımız da azalır.