Karamsarlaşmamak gerekiyor
Dün ağustos ayı sanayi üretimi açıklandı. Ama önce geçen haftaki yazımın kapanış kısmından bir alıntı yapayım: “Dış ticaret verileri büyüme açısından ilk olumsuz sinyali verdi. İthalat ile büyüme arasında çok yakın ve aynı yönlü bir ilişki var… Enerji ve altın dışı ithalat, ağustos ayında bir yıl öncesinin aynı ayına kıyasla sadece yüzde 1.2 oranında yükseldi. Oysa yılın ilk yedi ayında, bir yıl öncesinin aynı dönemine kıyasla yüzde 7.4 oranında artmıştı. Elbette bir aylık verilere bakıp, derin sonuçlar çıkarmamak gerekiyor. Ancak az önce değindiğim gelişmeler dikkate alındığında, ithalat rakamlarından gelen sinyali bir uyarı olarak dikkate almalı.”
Gerçekten de bu yıl bir ilk yaşandı ve bir yıl öncesinin aynı ayına kıyasla sanayi üretimi ağustos ayında azaldı: Yüzde 1.4. Daha önemlisi şu: Bir yıl öncesinin aynı dönemine kıyasla, yılın ilk sekiz ayındaki sanayi üretim artışı yüzde 2.3 oldu. Oysa geçen sene bu oran yüzde 2.9 düzeyindeydi.
ABD’de olanlar mayıs ayından bu yana özellikle bizim gibi ülkeleri olumsuz etkiliyor. Faiz ve kur artışı bir yandan, artan belirsizlik ve azalan risk alma iştahı diğer yandan, büyüme oranımızı düşürücü yönde çalışıyorlar. Son haftalarda göreli bir rahatlık yaşanıyor. Ancak ABD’nin borçlanma tavanının yükseltilip yükseltilmeyeceği piyasaları yeniden germeye aday. Oysa kepenk kapatılması ve borçlanma tavanı sorunları çözümlendikten bir süre sonra yeniden ABD Merkez Bankası’na dönecek yüzler. Parasal genişleme ne zaman durdurulacak? Faizler ne zaman yükseltilecek? Bıkkınlık verecek biçimde tekrar ve tekrar tartışılacaklar.
Eninde sonunda parasal genişleme durdurulacak ve faizler yükseltilecek ABD’de. Evet, olumsuz etkilenecek özellikle Türkiye gibi cari açığı yüksek, dolayısıyla dış finansman ihtiyacı fazla olan ülkeler. Ama sonuçta hayat devam edecek. Önemli dalgalanmalar yaşandıktan sonra, bu olumsuzluklar elbette bir süre sonra geride kalacaklar.
Sağlıklı bir ülkenin ekonomi gündeminin başında ABD’nin ne yapacağı olmamalı. Türkiye’nin, bu tür dışsal şokların gündemde daha alt sıralara inmesini sağlayacak bir ekonomik yapıya kavuşması gerekiyor. Farklı bir ifadeyle, daha yüksek ama kalıcı (sürdürülebilir) bir büyüme sürecine girmeli Türkiye.
‘Gerekiyor’ ya da ‘girmeli’ derken, malumu bir kez daha ilan ettiğimin farkındayım. Elbette, yukarıdaki gibi ‘lafla’ olmuyor bu işler. Temel sorun şu: Yüksek büyüme dönemleri bu ülkede kalıcı olmuyor. ‘Bu ülkede’ derken, yanlış anlaşılmasın, çoğu gelişmekte olan ülke de bizden farklı durumda değil. Ama hem biz hem de onlar temelde bu nedenle gelişmiş ülke ligine terfi edemiyoruz.
Dönemsel ortalama büyüme oranlarımızı tekrar vermemde yarar var: 1990-2002 döneminde yüzde 3.5. 2003-2007 döneminde ikiye katlıyoruz: Yüzde 6.9. Çok yüksek bir büyüme oranı. Ama sorun şu ki, sürmüyor. 2008-2013 döneminde, 1990-2002 dönemindekinin de altına düşüyor: Yüzde 3.1. Üstelik 2013 büyümesini yüzde 3.5 olarak aldım ve de ortalama daha düşük çıkmasın diye onu da hesaba kattım.
Daha önce sıkça yer verdim. Kalıcı yüksek büyüme oranı tutturan ülkelerin bazı ortak özellikleri var. Bunların başında nitelikli ve uzun süreli eğitim almış bir nüfusa sahip olmaları geliyor. Ayrıca, en azından ilk başlarda yatırım tempolarını bir üst düzeye çıkarmış bu ülkeler. Bunu yapabilmek için başkalarına muhtaç olmamışlar; tasarruf oranları yüksek.
Evet, lafla olmuyor. Ama hiç olmazsa işe nereden başlamamız gerektiğini biliyoruz. Bu da bir şeydir...